İDRAK YOKSUNLUĞUNDA UYUKLAMAK..!
İdrak gecikmesiyle üzerinden atlayıp geçtiğimiz çağları buraya yazsak, o bile birçoklarının ağzını uçuklatmaya yeter
millivicdan.org - Yaşadığımız anakronizm veya hafıza kaybı sebebiyle içinden geçtiğimiz büyük süreçleri hiçbir şey yapmadan şaşkınlık ve bocalamalarla atlattık. İdrak gecikmesiyle üzerinden atlayıp geçtiğimiz çağları buraya yazsak, o bile birçoklarının ağzını uçuklatmaya yeter. Söz gelimi 1940'lı yılların başında “nükleer çağı” (buna atom çağı diyenler de var), 1950'li yılların ortalarında başlayan “uzay çağını”, 1970'li yılların sonunda başlayan “elektronik çağı”, 1980'li yılların ortalarında başlayan “bilişim çağını” (bilgi çağı) ve şu anda içinde bulunduğumuz “post-modern çağı” yeterince idrak edebildik mi?
Bırakınız bu çağları idrak etmeyi, bazılarının araçlarına bile dokunamadık... Hala bir nükleer santralımız yok; tabii k, bu olmayınca nükleer teknolojiyle bütünleşik diğer yan teknolojiler de olmuyor... Uzay çağını yeni idrak ediyoruz; eminim ki, önümüzde yeni bir alan açılacak. Üzerimizdeki uydularımız sayesinde, belki bundan sonra kendimizi daha güvende hissedeceğiz. Velhasıl, her çağı idrak etmede yaşadığımız bir gecikme var ve bu gecikmenin bize ve bizim gözümüze bakan İslam dünyasına neler kaybettirdiğini hala bilmiyoruz. Ancak, çok pahalıya mal olduğu bir gerçek... İşte bu idrak gecikmesi ve süreçlerde uyumanın bedelini, tanklarımızı ve uçaklarımızı 8 milyonluk İsrail'e yaptırarak ödüyoruz. “Zillet” dedikleri şey bu olsa gerek... Bu durumu sadece siyasi bir tavır eksikliğine bağlamak ne kadar yanlış... Daha temel bir eksiklikten bahsediyorum: zihniyet, bilim ve yüksek teknoloji...
Bugünün birçok beşeri, sosyolojik ve sosyo-psikolojik sorunlarının yakın tarihimizden günümüze sarkan sorunlar olduğunu bir türlü anlayamadık. Bir çoklarımızın gözünde, yakın tarihimizin üzerindeki örtüyü kaldırıp gerçeklerle yüzleşmek hala bir “devlet sırrı” olarak kutsanıyor. Keşke benim bilmediklerimi, beni bu coğrafyada manipüle edenler de bilmemiş olsalar... Ama kazın ayağı öyle değil... En ince ayrıntılarına kadar biliyorlar ve bildikleri için de benden bir adım önden başlıyorlar... Bir medeniyetin ana sütunlarını ve iç dinamiklerini yok edip, tek kişiye odaklanmış 90 yıllık cumhuriyetimizin dayandığı siyasal yapı ve ideoloji bir insan ömrünü aşmadan fıtratın duvarına tosladı. Kanser, öldürücü bir hastalıktır; ama erken teşhiste kurtulma şansı yüksektir. Ülke sorunlarıyla ilgili de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Erken teşhis için de hastalığın veya problemin kısa bir tarihçesi bilinmelidir. Ne yazık ki, sorunları çözecek yeni nesiller, erken teşhis için gerekli bilgi ve donanıma sahip değiller... Ama artık sevineceğimiz bazı durumlar da yok değil. Bugün bilim ve teknoloji öyle bir noktada ki, eskiden 40-50 yılda yaşanan gelişmeler, şimdi beş yıl içinde gerçekleşebiliyor. Bir başka ifadeyle, her beş yılda bir dünya tümüyle değişiyor ve yeniden kuruluyor. İnsanoğlu bu değişimle birlikte, her an kendini gözden geçirmek ve konumunu yeniden belirlemek zorunda kalıyor”¦ İşte bu süreçler, çağı yakalamak ve idrak etmek için bize büyük fırsatlar sunuyor. Hiç şüphesiz, teknolojiye borçlu olduğumuz ve hayatımızı derinden etkileyen en büyük devrim, kısa zamanda çok iş yapabilme imkânını bulmamızdır. Sanki evrenin zaman zembereği boşanmış gibi hızlansa da, buna paralel olarak “birim zamanda iş yapma” yeteneğimizde de bir yükselme var”¦ Eskilerin dediği, “yol uzun zaman kısa” özdeyişi şimdi daha çok anlam kazanıyor. O kısa zamanda bile çok şeyler yapılabilir.
Evet, içinde yaşadığımız çağ insana bir “artı zaman” kazandırmıştır; ama bu zamanı anlamlı şekilde hayatımıza nasıl ilâve ediyoruz? Hayatın her saniyesinin değerliliği ve anlamı üzerinde döne döne düşünebiliyor muyuz? Bu konularda en hassas olması gereken İslam dünyası, ne sorunlarının tanımını doğru yapabiliyor, ne de “zaman yönetimini” becerebiliyor. Öbür dünyada zamandan sorguya çekilecek olan bir medeniyetin mensupları, tam anlamıyla zamanı çarçur ediyor. Medeniyetimizin insan varlığını inşa eden dinimizde ve kültürümüzde, bir “iç muhasebe” veya “nefis muhasebesi” denilen kavram var. Ne yazık ki, her geçen gün bu kavramı biraz daha derine gömüyoruz. Gerçekçi bir “öz değerlendirme” yapıp, kendisiyle hesaplaşmayı göze alamayan İslâm dünyası, her tarafından dökülüyor ve bir türlü kendini toparlayamıyor. Tarih, kültür ve inanç coğrafyamızdaki yıkımlar bile bizi akıllandırmaya yetmiyor. Sorunlarımızın kaynağında kendi hata ve ihmallerimiz olduğu halde, sorumluluğu başkalarının üzerine atarak rahatlamaya çalışıyoruz.
Son 300 yıldan beri bilime ve teknolojiye dünya çapında hangi katkıları yaptığımızı; tarihin inşasında hangi önemli olaylarda etkin biçimde yer aldığımızı söyleyebilecek bir babayiğit çıkar mı? Dünyadaki büyük değişimleri bile yukarıda da ifade ettiğim gibi, en az 20-30 yıllık bir gecikmeyle algılamıyor muyuz? Yaklaşık yarım asırdan beri, Türkiye'yi içe kapatarak insanımızın tüm enerjisini incir çekirdeğini doldurmayan iç meselelerde tükettiğimizin ve bir idrak gecikmesi yaşadığımızın bile farkına zor varabildik.
Bugün toplumun bir kısmı, eğlence ve sefahat içinde ömrünü tüketmektedir. Kendini eğlence kültürüne vermiş zevkçi (hedonist) bir toplumun yarattığı bataklık, devamlı tatminsiz ve hastalıklı insanlar üretiyor. Bataklığın çapı her gün biraz daha büyüyor ve pis kokular burnumuza kadar geliyor. Artık hiç kimse, çocuklarının ve torunlarının bu bataklığa sürüklenmeyeceğinden emin olamıyor. Uyuşturucu kullanma yaşının ilkokul çağına kadar inmesi, toplumdaki bozulma ve soysuzlaşmanın hangi boyutlara kadar geldiğini göstermektedir. Şahsen ben, bunları, dünyevîleşen bir toplumdan yükselen çığlıklar olarak görüyorum. Bu çığlıklara sırtımızı döner ve “bana ne” deyip kendi hayatımızı yaşamaya devam edersek, gün gelir faturayı çok ağır öderiz. Hiç kimse bunu, toplumumuz için “normal bir değişim” olarak yutturmaya çalışmasın. Her şeyin değişken ve muğlâk olduğu bir evrende, hayatımız için değişmeyen nirengi noktaları olmalıdır ve vardır. Kim ne derse desin, bunun adı “vahiy” gerçeğidir. İnsan, vahiy gerçeğini hayatından çıkarıp atarsa, uçsuz bucaksız evrende kaybolup gitme tehlikesi ile karşı karşıya kalır.
Bugün birçok insanımızla ciddî bir meseleyi bilimsel, felsefî ve metafizik bir derinlikte tartışma imkânımız kalmadı. Zaten bu eğitim sistemi hem var olan yeteneklerimizi köreltiyor, hem de özgür kafalarımıza kalın bir fanus geçiriyor. Entelektüel yetersizlik ve çapsızlık bir yana, niteliğimizi ve ahlâkımızı da sorgulamamız gerekiyor. Bundan olsa gerek, işini en yüksek nitelikte yapmayana, sözünde durmayana, yalan söyleyene, laf taşıyarak insanların arasını bozana, emanete ihanet edenlere prim veriyoruz. Kocaman bir “kalitesizlik” sorunumuz olduğunu görmüyoruz. Hiç kimse, kafa konforunu bozup da, Allah'ın verdiği yetenekleri uçlara kadar kullanmayı ve sıradanlıktan kurtulmayı denemiyor. Galiba insanın kendinde değişiklik yapması çok zor olduğu için, herkes başkasını değiştirmeye çalışıyor.
Türkiye, son zamanlarda çağımızın sunduğu imkânları doğru kullanarak, dünya terazisinde hissedilebilir bir ağırlık oluşturamaya çalışıyor. Bana göre bu, çocuklarımıza ve torunlarımıza daha iyi bir Türkiye'nin yolda olduğunu muştuluyor. Acaba biz böyle bir oluşumun neresindeyiz? Elimizdeki vasıtalara ve sahip olduğumuz insan kaynaklarına dayanarak, küresel güçlerin yıkıcı dalgalarını söndürecek ve “yeni karşı dalgalar” oluşturabilecek miyiz? Bırakınız bunları idrak etmeyi, sergilediğimiz davranışlarla Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında yaşadığımızın bile bilincinde olamadığımız anlaşılıyor. Eğer bu bilinçte olsaydık, “medeniyet kurucu” kültürümüzü inkâr edercesine bir dar görüşlülük içine sürüklenir miydik? Medeniyetin, birlikte yaşama kültürü olduğunu idrak etmemiz için daha kaç yıllara ihtiyacımız olacak?!
Yapım ve yıkım dünyasında, ağırlığımızı her zaman yapımdan ve yaşatmadan yana koymalıyız; çünkü bizim medeniyetimiz bir yapım, onarım ve insanı inşa etme medeniyetidir. Çok şükürler olsun ki, dünyaya şöyle bir yukardan baktığımızda, bu özelliğimizin hâlâ kaybolmadığını görüyoruz. Ama bu bozulmaya karşı daha ne kadar direnebileceğimizi ise kimse tahmin edemez.
Son çeyrek asırda insanlarımız arasında bir güvensizlik rüzgârı esiyor. Bizi birbirimize “güvensiz” kılan şey nedir? Kitabın ortasından cevap vermek gerekirse, vahyin aydınlattığı akılla hareket etmediğimizi görüyorum. Aynı dinin, aynı kültürün, aynı coğrafyanın ve aynı medeniyetin inşa ettiği insanlar olarak ortak bir hayat tarzımız yok. Hayatımızda öne aldığımız ve birincil konumda tuttuğumuz değerler o kadar farklı ki, anlaşma zemini bulmakta güçlük çekiyoruz. Aynı milletin çocuklarının hayat tarzları arasında uçurumlar olması, sosyolojik olarak iyiye alamet görünmüyor. Sanki herkes kafasının arkasında bir şeyler saklıyor. Herkes göz göze gelmekten korkuyor”¦ Bu böyle gitmez”¦ Açık olmalıyız, dürüst olmalıyız ve birbirimize gerçekleri söyleyebilecek kadar da cesur olmalıyız”¦ Güven oluşturucu somut adımları bir başkasından beklemek yerine, bizzat kendimiz atmalıyız. Basit siyasi çıkarlar ve kişisel tatmin yolları bizi daha çok çıkmaza sokar. İmparatorluk kurarak cihanşümul düşünmeyi dünyaya gösteren bir milletin çocuklarının böyle bir psikolojiye sürüklenmesi affedilir gibi değil”¦ Oysa dinî kimliğimizle evrenseli yakalayarak, milli kimliğimizle de kendi orijinalliğimizi koruyarak bir medeniyet kurmamış mıydık? Şimdi de vahyin aydınlattığı akılla aynı şeyi başarabiliriz. Ama ne yazık ki, bazı aydınlarımız (!), hiçbir medeniyetin dinî ve millî kimlik olmadan inşa edilemeyeceği gerçeğini hala idrak edebilmiş değil... Batı, “saf akıl” ile buraya kadar gelebildi; ama insanlığın önünde duran sorunlar o kadar büyük ki, Batı'nın güç kullanmanın ötesinde üretebileceği bir çözüm kalmamıştır.
Günümüzün küresel güçleri, yeryüzündeki milli kültürleri yok etme ve kendine benzetme yöntemiyle yeknesak bir manzara oluşturmaya çalışıyor. Bu, insanlığa yapılacak en büyük kötülüktür. Dünyada bir tek kültür ve bir tek din olmasını istiyorlar”¦ Herkes bize benzemeli, bize biat etmeli ve dünya nimetleri için bize el açmalı diyorlar... Benzeşme kültürü ile insanlığın tek bir medeniyet içinde toplanmasını kurgulayan, milletlerin sosyolojik gerçekliğine aykırı olan bu anlayış, insanlığı yıkıma götürecek bir yola girmiştir. Farklı kültür ve inançların insan hayatına ve medeniyetlere dinamizm kazandırdığı gerçeği göz ardı edilmektedir. Ne yazık ki, bazı Türk aydınları da bu tuzağa düşmektedir.
Çocuklarımız ve sahip olduğumuz dünya malları, bizim için bir imtihandır. Bu en değerli varlıklarımız üzerinde medya, sokak ve çevreden daha fazla etkili olamıyoruz. Çocuklarımızın düşünce ufkunu genişletecek, onları toplumumuza faydalı birer insan haline getirecek ve iki dünyada da işine yarayacak donanımlar kazandıramıyoruz.
Eğitim sistemi, her yıl yüz binlerce çocuğu topluma katıyor. Bu nasıl bir eğitim sistemidir ki, yaklaşık bir asırdan beri kendini tekrar ediyor ve dünyadaki gelişmelere direnebiliyor. Değişebilir değerleri vazgeçilmez sabit değerler haline getiriyor ve 20'nci yüzyılda donup kalıyor. Eğitim sistemi, insanımız için bir işkenceye dönüşmüş ve her nesli bir öncekinden daha yorgun ve bitkin hale getirmiştir. Düşünen, sorgulayan ve fikir üreten insanlar, bu eğitim çarklarının içinden çıkmıyor. Çocuklarımız, belki bugün çağımızın araçlarını bizden daha iyi kullanıyor olabilirler; fakat ülke ve dünya meselelerine duyarlılıkları, geleceğe dönük hayalleri bizden daha ileride değil. Geleceğe daha ümitsiz bakıyorlar; içi doldurulmamış bir kimlikle yaşıyorlar; çok daha kötüsü, zor şartlara dayanma güçleri “yok” denecek kadar az”¦ Çocuklarımızı bizden çaldılar”¦ Sıra torunlarımıza geldi. Onları da elimizden aldıkları gün, bizi yaşarken öldürdüler demektir.
Milli, İslami ve insani değerlerimizi koruyarak geleceğe taşıyan kurumlar oluşturmalıyız. Tarihine yakışır şekilde, toplumun tüm kesimlerini kucaklayarak örgütlü yardımlaşmayı sürdürmeli, çocuklarımıza sahip çıkmalı, bugüne kadar eğitim ve kültür alanında eksikliğini duyduğumuz büyük hamleyi gerçekleştirmeliyiz. İçinde yaşadığı çağı doğru algılayan, İslami ve milli değerlerine sahip çıkan, şahsiyetli insanların topluma kazandırılması için üzerimize düşen görevleri eksiksiz ve en yüksek kalitede yapmalıyız. Bütün bunları yapmak için vakit geçmiş sayılmaz”¦ Yeni bir medeniyet kurma potansiyelini hala taşıdığımıza inanıyorum. Bu medeniyeti ancak vahyin aydınlattığı akılla kurabileceğiz galiba...