EĞİTİMDE HOCALIĞIN PSİKOLOJİSİ
Kendini yenilemeyen, her gün yeni bir bilgi öğrenemeyen ve öğrendiklerini başka insanlarla paylaşmayan kişi ülkeye nasıl faydalı olacaktır?
millivicdan.org - Meslek hayatıma başladığım günden beri, her ders yılı benim için yeni bir heyecandır. Öğrencilerimin yüzlerini, kişiliklerini, ailelerini, memleketlerini, fikirlerini, hayata bakışlarını ve yaklaşımlarını çok merak ederim. Başka bir ifadeyle, karşılaşacağım insan çeşitliliği ve bireysel farklılıklar beni heyecanlandırır. Hoca milleti, her yıl karşısında farklı yüzler, farklı kişilikler ve farklı bakışlar görmeye alışıktır.
İnsan eğitimi çok ciddi bir iştir. Böyle bir mesleği icra etmek üzere Allah'ın sağladığı imkânı özenli ve doğru kullanmaya çalışıyorum. Yani, yaptığım işi ciddiye alıyorum. Üniversitede 40 yıla yakın bir çalışmışlığım olmasına rağmen, yeni şeyler öğrenme ve öğretme konusunda iştiyakımı henüz kaybetmiş değilim. Zaman öyle hızlandı ki, sanki insan bir nehir gibi akıp gidiyor. Daha dün üniversiteye yeni adım atan toy çocuklar, göz açıp kapayıncaya kadar mezuniyet aşamasına geliyorlar”¦ Her yıl yenilenen gençlerin arasında, hocalar, istese de kendilerini ruhen yaşlı hissedemiyorlar. Ama biyolojinin yasaları karşısında sükût ettikleri bir gerçek”¦ Ne zaman dizleri onları taşımamaya başlarsa, ne zaman 40-50 öğrenciden birinin bile adını hatırlayamaz olurlarsa, işte o zaman yaşlandıklarını anlayacaklar”¦
Yukarıda "her ders yılı" dedim; ama aslında benim için her ders de bir heyecan kaynağıdır. Derse girmeden 20-25 dakika önce, odamda 20-25 tane çekirdekli kara üzümümü yerken, o günkü derste ana hatlarıyla nelerden bahsedeceğimin zihinsel bir hazırlığını yaparım. Adeta derse psikolojik bir hazırlanmadır bu”¦ “Allah'ım! Dilimi çöz, zihnimi aç, bana güzel şeyler söylet; ilim ve irfanıyla doğru yolu gösteren, doğru işler yapan ve güzel örnek olan insanlardan eyle”¦” diye devam eden iki-üç dakikalık bir “dua” faslım vardır. Bu duygular içinde odamı kapatır ve sınıfın yolunu tutarım. İçimden “bismillah” çekerek sınıfın kapısından girer ve “Günaydın Çocuklar!” diye dersime başlarım. Sizi bütün samimiyetimle temin ederim ki, bunları yaptığım zaman, hiçbir takıntı olmadan yağ gibi akıcı bir ders anlatırım. Ama ne zaman dua etmeyi ve sınıfın kapısını açarken “bismillah” demeyi unutmuşsam, verdiğim ders beni tatmin etmemiştir. Sanki öğrencilerim de o gün başka bir psikolojide olurlar”¦ Üniversite kürsüsünde yıllarca ders veren her hocanın bildiği gibi, hocanın psikolojisi öğrenciyi, öğrencinin psikolojisi de hocayı etkiler. Zaten ders dediğimiz şey de karşılıklı etkileşim değil midir? İki tarafın da birbirinden etkilenmeye ve birbirini etkilemeye ruhen hazır olması gerekir. Taraflardan biri ”“hoca veya öğrenci fark etmez- bedenen orada ruhen başka bir yerde ise, bu beraberlikten hiçbir müspet sonuç hâsıl olmaz.
Dışarıdan bakıldığında, öğrenciler için her ders olağan bir durum gibi görülebilir; ama rutine düşmeyen bir hoca için öyle değildir. Hoca derse girerken, o gün anlatacağı konuların başlıklarını bilir; hatta elinde anlatacağı konuların ayrıntılı notları bile vardır. İrticalen ve doğaçlama ders anlatırken, durum bir başkadır. Beyin devamlı işler vaziyette, yeni arayışlar içinde ve teyakkuz halindedir. Belli bir hızla dilinizden dökülen kelimelere siz de hayret edersiniz. Hiç tahmin bile edemediğiniz bir ders çıkmıştır ortaya... Sadece dersinizin konu başlıklarına sadık kalırsınız; o başlıkların içeriğini ayrıntıları ile belirlemeniz mümkün değil... Tabii ki, üniversitedeki dersler tek yönlü olmaz; her ders, hoca için bir öğrenme ve keşif günü gibidir. Zira dersi bitirdikten sonra, hoca da bir şeyler öğrenmiş olarak sınıfı terk eder. Hele bu dersler bir de lisansüstü seviyede ise, hocanın yaratıcılığı ve özgün fikirleri o zaman daha da belirgindir; çünkü hocayı sınırlayan bir müfredat durumu söz konusu değildir.
Siyasette ve medya dünyasında “yüz eskimesi” diye bir şeyden bahsederler. Acaba hocalıkta da böyle bir “yüz eskimesi” yaşanıyor mu? Gördüğüm kadarıyla bir yarıyılda yüzler eskimiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, hocalarda “yüz eskimesi” dediğimiz şey, öğrenci dalkavukluğu ile başlıyor. Her yerde öne çıkmaya çalışmak, her konuda bir yolunu bulup öğrenciyle konuşmak ve öğrenci ile fazla yüzgöz olup, aradaki mesafeyi ayarlayamamak”¦ Tabii ki, bizim burada vurgu yapmak istediğimiz konu, hoca-öğrenci ilişkilerinde ölçüyü kaçırmamaktır. Bu konuda bazen dozu kaçıran hocalarımız oluyor. Üniversitede kendini “ulaşılamayan adam” pozlarına sokup öğrencilerinden kopanlar olduğu gibi, işi öğrenci dalkavukluğuna kadar götüren hoca tiplerine de rastlıyoruz.
Kendine özgü yöntemlerle, kendi alanı ile ilgili sağlam bir temel oluşturamayan hoca, bilimsel bir yetersizlik içine düşüyor. Bu durumda, onlar için en pratik yol, birilerinin ürettiği bilgileri alıp, üzerine hiçbir yorum koymadan tekrar etmektir. Zira düşünmeye, yorum yapmaya ve bilgiyi daha ileri boyutlara taşımaya azimli değillerdir. İpin ucunu bıraktıklarını bile fark edemezler. Hele üniversitede öyle hocalar var ki, sanki onları anaları “idareci” olarak doğurmuş. Gözü kapalı bu görevlere atlarlar. Kesinlikle her geçen gün bilimden koparlar, dersleri bir “yük” olarak görmeye başlarlar. Oysa her an değişme ve gelişme içinde olan bilim dünyasından kopmak, bir hoca için en büyük felakettir. İşte bu tür hocaların yapacağı tek şey kalıyor geriye: öğrenciye şirin görünmek ve öğrenci dalkavukluğu yapmak”¦ Bu tip hocalar öğrencileri bir alt sınıftan bir üst sınıfa kolayca geçirebilirler; fakat bilimde, düşüncede ve fikirde sınıf atlatamazlar. Genellikle de öğrenci o hocaların cazibesine kapılır”¦ Mezun olup hayata atıldıktan sonra, kaliteli bir meslek adamı, fikir adamı, bilim adamı olmaya yeltendiklerinde, malayani konuşmalarla ders geçiren hocaların nasıl bir zaman hırsızı olduklarını anlarlar. Ne yazık ki, çok geç kalınmış bir yargıdır bu”¦ Öğrenciler, hocanın üniversite seviyesinde bir ders anlatıp anlatmadığını, kendisine bilimsel düşünme yeteneği kazandırıp kazandırmadığını hiç sorgulamaz. Öğrencinin kısa vadede elde etmeye çalıştığı tek şey, o dersten geçmektir.
Malum, üniversitede her çeşit adam vardır ve olmalıdır da”¦ Hocalarda da belli bir seviye aramak hepimizin beklentisidir. Hoca-öğrenci ilişkileri, karşılıklı sevgi-saygı esası üzerine kurulmalıdır. İnsana özgü bu iki erdemin olmadığı yerde ne eğitim, ne öğretim, ne de bilimsel araştırma yapılabilir. Her insan gibi hoca da bilir ki, kalite ve saygınlık başkasından ödünç alınamaz. Herkes kalite ve saygınlığını çalıştığı kurumdan değil, bizzat kendi kişiliğinden, emeğinden ve gayretinden alır. Bir bilim adamının “gerçek arayıcılığını” bırakıp, siyasetten (bu bir parti de olabilir), belli bir ideolojiden ve gayri meşru güçlerden saygınlık devşirmeye çalışması, kabul edilecek bir durum değildir. Ülkesini ve geleceğini düşünen bir öğretim üyesi, Allah'ın verdiği yetenekleri en uç noktalara kadar kullanmak için çalışır. Öğrencilerine bilimsel düşünmeyi, olaylara ve sorunlara nesnel yaklaşımı öğretir. Derslerine dünya ölçeğinde belli bir seviye kazandırmaya uğraşır. Öğrencilerini ideolojik şartlandırmalarla düşünemez birer robot haline getirmeye uğraşmaz. Korkunun dağları beklediği 28 Şubat Post-modern darbe günlerinde, askerlere postal selamı çakarak, üniversitelerde, “Cumhuriyet ve laiklik tehdit altındayken, ders ve araştırma yapmayı bırakın!” diyecek kadar bilimden ve içinde yaşadığı toplumdan kopmuş hocalar gördük. Kendisinden başka kimseye hayat hakkı tanımayan bu tip hocalar, emeklilik yaşına gelmelerine rağmen, üniversitelerin bir özgürlük ortamı olduğunu anlayamadılar. Çalıştıkları kurum başta olmak üzere, emekliliklerine kadar etraflarına sıkıntı vermeye devam ettiler. Bu dünyanın bir de öbür dünyası olduğunu hiç düşünmediler.
Bir gün irticalen ders anlatırken, öğrencilerimden biri, önceki cümleyi tekrar etmemi istedi. Ona “Bir saniye önceki ben, ben olmaktan çıktım artık; nasıl tekrar edebilirim ki” diye cevap verdim. Sınıfça hem güldüler, hem düşündüler. Felsefesiz bilimin, bilimsiz felsefenin hiç tadı olmuyor. Hani bir halk sözü vardır; “sel gider kum kalır” derler. Bilgi ezberletmekle, öğretmek veya öğrenmeyi öğretmek aynı şey değildir. Öğrenciler mezun olup gittiklerinde, verilen bilgilerin büyük bir kısmını unutacaklar ve hatta hangi bilgiyi kimden öğrendiklerini de unutacaklar; ama unutulmayan şey, hocanın kişiliği, olaylara yaklaşımı, anlatım tarzı, felsefesi ve kürsüdeki duruşudur.
Hayat üniversite dışında daha renkli ve daha ferahlatıcı ise, üniversiteyi yaşanmaz ve siyah-beyaz kılanlar biz hocalarız. Sanki herkes kendi kozasının içinde ölünceye kadar kalmayı büyük marifet sayıyor. Kelebek bile belli bir süre sonra kozasından çıkar ve dünyaya açılır. Ama ölünceye kadar kozada kalmak niye? Bu nasıl bir üniversitedir ki, hocalar, bir araya gelip bilimsel bir konuyu derinlemesine tartışamadan, meslek hayatlarının sonuna gelmektedirler. Çünkü kesin inançlıyız ve doğal olarak da inançlarımızı tartışmaya açmıyoruz. Oluşturduğumuz tabuları ayaklarımızda bir bukağı gibi taşıyoruz. Oysa insan yapısı her fikir ve her eser tartışılabilmelidir. Kendini yenilemeyen, her gün yeni bir bilgi öğrenemeyen ve öğrendiklerini başka insanlarla paylaşmayan kişi ülkeye nasıl faydalı olacaktır?
Hepimizi canlı tutan, belki de hayata derin bir anlam kazandıran, bireysel farklılıklarımızdır. Bu farklılıklarımızı korurken, evrensel doğrulara karşı körü körüne direnmek yanlış olur. Esnek ve gelişmeye açık olalım. Kafamızdaki tabuları yıkmanın yolu, değişime açık olmaktan ve kendimizi sorgulamaktan geçer. Bizim medeniyetimizde buna “nefis muhasebesi” deniyor. Bu muhasebeyi yaparak gelişip değişebiliriz ancak”¦