DİNSEL/MEZHEPSEL VE TEOLOJİK YAPILAR
Medeniyetler, devlet adamları ve liderlerin peşinden giden değil, bunların peşinden gittiği âlimlerin sırtında yükselmiştir ve âlimde tâbî olması gereken tek şey, inandığı doğrultuda önüne çıkan bilimsel hakikate uymak ve başta devlet adamları olmak üzere toplumu da buna uydurmaya çalışmaktır.
millivicdan.org - Platform Üyemiz Prf.Dr.Hanifi PALABIYIK hocamıza ait Bir Sempozyumda Sunulmuş metinler
Giriş
İslam hukuk tarihi açısından yapılan bir sınıflamaya göre, İçtihad Devrinden sonra gelen Mezheplerin Yayılma Devri ve bunun doğurduğu tabii sonuç olarak Fıkhın Duraklama Çağı başlamıştır. Burada da dikkatimizi çeken en önemli cihet, taklid ve bunu süsleyip destekleyen hadisler ile çok sayıdaki dinî deliller olmaktadır. Bu durumun itikadî mezhepler açısından da aynı olduğuna zerre kadar ihtimal verememekteyiz. Hem gerekçe ve hem de vâkî durumu Karaman'nın eserinden aktarmak istiyorum:
“Sahâbe, tabiûn ve büyük müctehidler devirlerinde de bütün müslümanlar müctehid değil idi. Dinî hüküm ve bilgileri, muayyen metodlarla Kitab ve Sünnetten çıkaran, bunun için gerekli ilmî kudrete sahip bulunan müctehidler olduğu gibi bu güçten mahrum halk da vardı. Ancak kendisinde ictihad kudretini bulamayan müslüman, muayyen bir müctehide bağlanmıyor, onun her sözünü nas gibi kabul etmiyor, rasgele İslâm âlimlerine başvuruyor, -mezhebin hükmünü değil- İslâm'ın hükmünü öğrenmeye çalışıyordu. Halbuki tetkik ettiğimiz devirde gerek halk ve gerekse âlimler “muayyen bir müctehide (mezhebe) bağlanmışlardı; dinî hükümleri yalnız ondan alıyor, onun sözlerini -Kitâb ve Sünnetin nasları gibi- telâkki ediyor, onlara bağlanmak mecburiyetinde olduklarına inanıyorlardı.” İşte “taklîd rûhu tabirinden maksadımız bu şuur, anlayış ve davranıştır.
Bu devrede yaşamış büyük fukahadan Ubeydullah el-Kerhî'nin (v. 340/951) şu sözü bu rûhu tam olarak aksettirmektedir: “Mezhebimizin hükümlerine uymayan her âyet ya te'vil edilmiştir yahut da mensûhtur; her hadîs de böyledir: ya te'vîl edilmiş, zâhirî mânasıyle alınmamıştır yahut da hadîs mensûhtur; başka bir hadis ile yürürlükten kaldırılmıştır.”
Kerhî'nin demek istediği şudur: Nas ile mezheb çalıştığı zaman biz mezheb hükmünü alır, onu uygularız.” (Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İz yayıncılık, İstanbul 1999 http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/tarih/0236.htm). Bu söz büyük fukahadan Ubeydullah el-Kerhî'ye ait olduğuna göre, artık bundan aşağısını ve bu devirden sonrasını artık daha iyi anlamamak için hiçbir sebep görmemekteyiz.
Profesyonellerin (Ulema/Siyasi Otorite) Ortaya Çıkışı ve Rolü
İslam düşüncesi, Hz. Peygamber'in vefatından sonra mirasını sahiplenirken, onun tasarruflarını kendi aralarında tasnif etti, ilim ve kaza hususundaki yetki ve tasarrufları ilmiye sınıfına geçti ya da ilmiye sınıfı mensupları, kendilerini böyle görmeye başladılar. Belki bunda bir plan-program yoktu ancak tabii olarak gelişen süreç, Kur'ân'ın ve daha sonra da hadislerin yazılı olması, yazılı olan metinlerin anlaşılmasına yönelik faaliyet olarak kendini gösterdi. Bu metinleri en iyi anladığı düşünülen şahıslar, bu hususta metot geliştirdiği kabul edilen ekoller meydana getirerek otorite oluşturdu ve karizma kazandı.
Meydana getirilen bu ekol ve kazanılan bu karizma, Hz. Peygamber'in otoritesi olarak devam ettirilerek, “âlimler, Peygamberlerin varisleridir” (Ebu Davud, İlm 1, (3641); Tirmizi, İlm 19, (2683); İbnu Mace, Mukaddime 17, (223)) sözüyle desteklendi ve alim sözü, peygamber sözü gibi görüldü. Fakat toplumda ciddi bir otorite kazanan bu grubun önemli bir de rakibi vardı, bu da siyasi otoritedir. Gücü ve silahı elinde tutması sebebiyle, halka dolayısıyla ulemaya etki eden ve onların üzerinde otorite kuran siyasiler, bu otoritelerini pekiştirmek ve sürekliliğini sağlamak için, hem ulemayı ve halkı kullandılar hem de bu gruplar üzerinden oluşturdukları kimlik ve sınıfları birbirlerine rakip hale getirdiler. Bu rekabet, siyasilere duyulan ihtiyacı arttırdı, onlar da ulemayla işbirliği yaparak toplumları sürüklemeye ve yönlendirmeye devam ettiler.
Tabii bu esnada, ulema kendi ciddiyeti ve samimiyeti ile bir yandan metinleri çözümleyip bir yandan da toplumun sosyal ve dinsel problemlerini çözmeye devam ederken, siyasiler de, bunu kendi kabulleri ve hedefleri çerçevesinde yönlendirdiler. Böylece fikri muhaliflerini ötekileştiren, sapık veya dalalette gören fikirlerin yayılması körüklendi ve kökleşti. Bu husumet, bir taraftan fanatizme sebebiyet verirken, diğer taraftan da muhalif bölüme karşı iyi niyetli algıların oluşmasına mani oldu.
İyi niyet kalmayınca, önyargı ile yaklaşmak, kötü niyeti geliştirmek tabii hale geldi ve gruplar, kendilerini “ötekiler” üzerinden tanımlamaya ve konumlandırmaya başladı hatta çoğu zaman muhaliflere yönelik olarak oluşturulan reddiyeler, bir müddet sonra edebiyata dönüştü. Bu durum neredeyse muhalifler üzerinden ve onların kayır ve iddialarıyla, muhaliflerin tanınmasına kadar vardı. Bunun çağdaş örneğinin, Marksizm'in Amerikan propagandasıyla tanınması olduğunu söylemek de mümkündür. Bu bağlamda ön bilgi ile ön yargının arasındaki ayrıma dikkat çekmek istiyorum. Önyargının itici, öteleyici, aşağılayıcı, küçümseyici ve muhataba karşı kendini kapatmayı içeren entegrist bir anlamı olduğu açıktır ancak önbilgi için aynı şeyi söylemek mümkün görünmemektedir. Önbilginin, önyargıya dönüşmesi mümkün olmakla beraber, beşer olmanın ve bilgi-eğitim düzenimizin getirdiği hazırbulunmuşlukların kazandırdığı yapımızdan dolayı, ön bilgilendirmenin kaçınılmaz hatta zaruri olduğunu düşünmekteyim. Buna bir örnek vermek gerekirse, okumayı ve okumasını bilen (okur-yazar değil) birine Kur'ân'ı versek ve bunun bir roman veya bir coğrafya kitabı veyahut bir tarih kitabı olduğunu söyleyerek bu kitabı okuyup anlamasını ve tahlilini yapmasını istersek, onun kısa bir süre sonra kitabı inceleyerek bize, “bana yanlış bir kitabı vermişsiniz, bu kitap söylediğiniz türden bir kitap değil” dediğini görürüz. Peki, hiçbir şey söylemeden doğrudan doğruya, “şu kitabı oku, anla, analizini yap ve çıkarımlarını ortaya koy” diyecek olursak, bu sefer de muhatabımızın çok şey anladığını fark etsek dahi, bir ilahiyatçı olarak beklentimizi karşılayacak kadar cevap alabileceğimizi zannetmemekteyim. Peki, ona, “bu kitap Allah tarafından indirilmiş hitaplar mecmuasıdır, insana hidayet rehberi, dünya ve ahiret azığıdır. ”¦” türünden sözler söyleyerek, muhatabımızı Kur'ân hakkında bir miktar bilgilendirerek okumaya yönlendirirsek, bu durumda okuyanın anlama biçiminde ve düzeyinde belli oranda bir değişme olduğunu görmek mümkün olabilir. Bununla ilgili test yapma imkânımız olmakla beraber, bu konu üzerinde akademik bir çalışmanın yapılıp yapılmadığını bilmemekteyim. Bu yorumları yaparken, Kur'ân hakkında önbilgi vererek okuyucuyu yönlendirmenin yanlış olmadığını hatta bunun gerekliliğinin kanaatinde olduğumu da vurgulamak isterim. Çünkü Kur'ân gibi bir metnin inanmayana hiçbir şey vermeyeceğini veya çok az şey vereceğini düşünebiliriz (İsra, 17/41: “Gerçek şu ki, bu Kuran'da Biz (gerçeği) pek çok yönden açık açık ortaya koyduk ki (onu inkâr edenler) iyice içlerine sindirebilsinler: ne var ki, bu sadece onların nefretini artırdı.” Ayrıca Maide, 5/64, 68; Tevbe, 9/124-125; İsra, 17/46, 60, 82; Hac, 22/72; Zümer, 39/45; Fussilet, 41/44; Casiye, 45/9). Çünkü Kur'ân, modern dünyanın eğitimli insanının alışkın olduğu türden bir metin değildir ve herhangi bir metin gibi okunmasının zorluğuna inandığım için, böyle bir yönlendirmenin gerekli olduğuna inanmaktayım.
Tarihi Sürecin Bize Getirdiği Problemler
Kur'ân ve İslamî ilimler diye bahsettiğimiz konuların ve içerdikleri problemlerinin, bizim icadımız olmadığı ya da bizden kaynaklanmadığı açıktır. Bu problemlerin büyük çoğunluğu, kanaatimce bizden çok önceki âlimlerin de problemiydi. Hatta somut bir örnekleme yapacak olursam, bizim tartıştığımız konuların, tabiin âlimlerinin de tartıştıkları konular olduklarını, mezhepler ve müçtehid imamların tartışma konu ve yazıları üzerinden rahatlıkla söyleyebiliriz. O halde sorunun, Kur'ân'ın doğrudan muhatabı olmayanların sorunu olduklarını ve bunun da ilk nesilden sonrakilerde kendini gösterdiğini söyleyebiliriz. Ayrıca burada daha da önemle vurgulanması gereken hususun, “mevali âlimler”den kaynaklanan sorunlar olduğunu da hesaba katmamızın gerekliliğidir. İkinci neslin Kur'ân'ın hem doğrudan muhatabı olamamasının getirdiği yabancılık hem de çoğu âlimin mevali olmasından kaynaklanan yabancılık ve tarihi bağlamdan kopukluk, kanaatimce sorunların temel kaynağıdır. Bunu başka bir ifadeyle şöyle söylemek isterim. Bizim karşılaştığımız anlama ve anlamlandırma yani kendi dünyamızda nasların karşılıklarını bulma sorunlarıyla, tabiin nesli ve sonraki nesillerin anlama sorunları neredeyse birbirinin aynıdır. Bunu ilk yazılan tefsirlerin, “Ğarîbu'l- Kur'ân”, “Mübhemâtu'l-Kur'ân”, “Kelimâtu'l-Kur'ân”, “el-Vücûh ve'n-Nezâir” vb türlerde olmasından da anlayabiliriz. Ayrıca Haricilerin, anlayışları, ashabı sorgulamaları ve ithamlarından da bunu anlamak mümkündür ve onların ithamlarının tamamen siyasal olduğunu da düşünemeyiz. Yine ilimlerin teşekkülünün de bu dönemden itibaren ve tabii bir süreçle oluştuğu ya da oluşturulduğu da göz ardı edilmemelidir. Ayrıca “Kurucu Metinler”in değişen dünyaya uyum ve bütünleşmesi çabaları da yine problemlerin bir parçası olarak görünmektedir.
İslami İlimlerde/Zihinlerde Parçalanma
Burada problem olarak karşımıza çıkan hususun, İslami ilimler adına, İslam'ın ve buna bağlı olarak da zihinlerimizin parçalandığıdır. İslami ilimler olarak bahsettiğimiz tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi dalların çıkışının -bunu kendi adıma doğru bulmasam da- tabii olduğunu, belli bir süreç içerisinde bu durumun vuku bulduğunu, zamanla daha sistematik hale gelerek neredeyse her birinin dinî temsil eden bir kompartımana dönüştüğünü görmekteyiz. Tabii bir surette veya başka sâiklerle oluşan bu çıkışa rağmen biz, tarihi sürece baktığımız zaman aslında klasik dönem âlimlerimizin çoğunlukla, birçok açıdan İslamî ilimleri kuşattıklarını ve İslam düşüncesini bir bütün olarak ele aldıklarını görmekteyiz. Bunu son dönem âlimlerimizin geleneğinde de görüyoruz. Mesela Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın eserlerine baktığımız zaman, onun aslında İslamî ilimlerin tümüne ciddi düzeyde aşina olduğunu anlarız. Ama benzer durumun, bizim alanlaşmamızın sonucu için de var olduğunu ve aksini söylememizin daha zor olduğunu düşünmekteyim. Bana göre, İslamî ilimlerde alanlaşmak, İslam'ı bölmekle, Kur'ân'ı parçalamakla, zihnimizi dağınık hale getirmekle aynı şeydir. Nitekim bu durum, şu anki halimizden de bellidir. İlahiyatçı birçok öğretim üyesi, hoca ve müftü, bir alanda aldığı bilgiyi müstakil görerek diğer bir alanda kullanamamakta; her bir dalda oluşan bilgileri bir bütünün parçası olarak görememekte veya değerlendirememektedir. Bunun sebebini bizim eğitim sistemimizde aramanın doğru olduğunu da kabul etmekle beraber, İslami ilimleri de doğru okumayı bilmediğimizi kabul ediyorum. Bunun en önemli sebebi de, İslami ilimlerin bölünmüşlüğünde gösterilen ısrardır. Bu zamanda “kül âlim/komple âlim” olmanın mümkün olamayacağı kanaatine de asla katılmıyorum. Çünkü biz, din olarak sadece “Kur'ân ve sünneti” inceleyen ilk dönem âlimlerinin yaptıkları gibi yapmak yerine, “geleneğin tüm soru ve sorunları”nı neredeyse “din” olarak tartışmaktayız. Din olarak değilse bile tarihin bizlere getirdiği sosyal, kültürel, siyasal vs. tüm sorunları “din için” tartışmaktayız. Kısır bir döngü olduğunu düşündüğüm bu tartışmaların bir parçası da, başımıza çoğu kez problem olan “mezhep” sorununu tartışmamız, bunun delili değil midir? Hâlbuki biz burada tarihin belli şartlarla ürettiği sorunları, “din” veya “dinin bir parçası” olarak konuşmak yerine, doğrudan Kur'ân ve sünnetten kendi sorunlarımız için ürettiğimiz çözümlerdeki isabetimiz/hatamız üzerine konuşmalıydık. Bu, kanaatime göre, tarihten ve sorunlarından kaçmak değil, aksine doğrudan doğruya yapılması gerekendir. Doğrudan ve esaslı bir şekilde bizden öncekilerin yaptığı gibi “tarih yapmaktır”.
Tarihi sorunları konuşmak, onlarla yüzleşmek ve onlara çözüm üretmek aslında doğrudan ve her durumda bir ilahiyatçının işi olmamakla beraber, onların da bizim tarafımızdan konuşulması gerektiği doğrudur. Tabii ki onlar da konuşulmalı ve meselelere soğukkanlılıkla el atılmalıdır; ancak bu, kanaatimce, meseleleri din ve ilahiyat bağlamında değil, çok daha farklı alanlar ve kişilerle birlikte ele almayı gerektirmektedir. Böyle sosyal ve siyasal problemlerin dini yönünün ortaya çıkarılması, tabii ki bizim işimiz olabilir. Ama ilahiyat, bazı şeyleri din; başkaları ve başka şeyler de, ilahiyat alanı olarak görülmektedir. Bu yüzden de pratikte ilahiyatçılar dinî olmayan konuları dinleştirerek; dini, din olmaktan çıkardıkları gibi, ilahiyatçı olmayanların da bizim bu tavrımızdan dolayı dinle ilgili hususları hayat ve toplum dışına ittiklerini düşünmekteyim. Tabii neyin din veya dinî olup olmadığı tartışılabilir, ben de tam bunu tartışmamız gerektiğini söylüyorum, asıl bize düşeni gözden kaçırmadan”¦ Siyaset, sosyoloji, coğrafya vs. üzerinden konuşacaksak, konuşalım. Ama bunlara yüklediğimiz anlamların Hariciler veya IŞID'ın yaptıklarıyla aynı anlama gelebileceğini de göz ardı etmeden.
Sorunun Kaynağı: Metinler Üzerinden Konuşmak
Kur'an da, sünneti bizlere ulaştıran hadisler de, bizlere kitap/yazılı metin olarak gelmişlerdir. Böyle olması, hem tabii hem de kaçınılmaz olarak doğrudur da. Ayrıca bu hususta yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Öyleyse ta tabiin âlimlerinden beri yaşadığımız sorun, bu metinlerin anlaşılması sorunudur. Bizim tartışmalarımızla onların tartışmalarının neredeyse aynı olmasının bunun delili olduğunu ifade etmiştik. Çünkü hem Kur'an hem de hadisler, tarihin belli bir döneminde, belli bir mekâna ve muhatap kitlesine yönelmiştir, bu kitlenin kültürel, psiko-sosyal ve siyasal dünyasına ve bu alanlardaki ihtiyaçlarına yönelik bir muhteva ile. Ama bu metinlerin içindekilerinin tamamı, hem dinî sorumluluk hem de medeniyet açısından onlar kadar bizi de ilgilendirmektedir. Yani bu metinlerden kendimizi uzak tutamayacağımıza göre ve Hz. Peygamber'in muhataplarının da bu metinleri doğru anlaması kesin -ki kanaatimce öyledir- olduğuna göre, bu metinler anlaşılabilir durumdadır. Madem öyle sahabe neslinden sonra gelen bizler neden anlama problemi yaşıyoruz, neden halen daha hepimizin tam bir beğenisini kazanmış bir Kur'an Mealine bile sahip değiliz? Çünkü onları anlama engelimiz, bana göre aramızdaki 1300 yıllık mesafe, coğrafya farkı, başka dönem ve kültürlere ait olma durumumuzdur. Bu durum, çoğu mevali (gayr-i Arap) olan tabiin âlimleri için de geçerli olmuştur. Hatta bizim, problem olmayacak birçok şeyi bile problem görmemizin sebebi de bizzat onlar ve onların o dönemde yaşadıklarıdır. Bunun en iyi örneğini Hz. Peygamber'in evlilikleri ve kölelik/cariyelik meselesinin oluşturduğunu söylememiz mümkündür.
Buna göre anlama problemimizin biteceğini zannetmiyorum. Kur'an, canlı-kanlı, sağlıklı bir topluma müdahale etmiş ve neticeyi almıştır. Hz. Peygamber de böyle bir toplumla yüzleşmiş ve onlardan bir Kur'an nesli çıkarmıştır. O neslin doğrudan muhatap olması ile bizim dolaylı ve dolaylının dolaylısı muhatap olmamız, anlama güçlüğümüzün temel sebebidir. Kur'an'ın yaşayan örneği olan Allah Resulü hakkındaki rivayetler, bizlere o dönemin yaşanmışlığını fazlasıyla sunmaktadır. Bu yüzden Siyer ve muhtevasına bakarak, hem Kur'an'ı hem de sünnetin anlam dünyasını yeniden inşa ve kurgu imkânına sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bunun en açık ispatı, bizzat Hz. Peygamber'e veya dönemindeki herhangi bir şahsa empati yaparak olayların içine girip anlama gayretine girdiğimizde, bunu yapabilmeye imkan verecek malzemeye sahip olmamızdır. Bunun gelenekteki karşılığı, kısmen siyer, esbab-ı nüzul ve esbab-ı vürud'dur. Nasıl ki, Kur'an'ın anlaşılmasına esbab-ı nüzulün katkısı açık ve bir o kadar önemliyse, bu katkının çok daha fazlasının siyerden geleceğini düşünmekteyim. Asırlardan beri hadislerin tartışıldığını ve problemlerimize ne oranda çare olduğunu görmekteyiz. Bu durum, salt metin olarak karşımızda duran rivayetlerin, bağlamsız, öncesiz-sonrasız, nedensiz-sonuçsuz, zamansız-mekânsız olarak yer almasından da kaynaklanmaktadır. Bu yüzden hadis rivayetlerinin çok soyut kaldığı ancak Kur'an ve siyer ile anlamlı hale geldiği ve bir bağlama yerleştirilebildiği görülmektedir.
Sözlü Kültürden Yazılı Metinlere
Konumuzla alakalı olarak, tarihi süreçte sözün yazıya geçtiği yani sözlü geleneğin yazılı geleneğe dönüştüğü dönemlerde, yazılı kültürün doğası gereği yapılan eser verme faaliyetlerinin tamamının, birer inşa faaliyeti olduğu hatırlanmalıdır. Tarihin geriye doğru yani olayların olup bitmesinden sonra yazıldığı hatırlanırsa, sonucu bilinen bir olayın, bu belli sonuca göre çeşitli şekillerde kurgulanması ve metnin oluşturulmasının imkânı da anlaşılırdır. Bu yüzden Hz. Peygamberle ilgili yazılan çok sayıda kitabın her birinde az da olsa farklı rivayetlere yer verilmesi, bu kurgu biçiminin bir sonucudur. Bu ilk dönemde yazılan metinler üzerinden oluşturulan ikinci dönem metinlerinin de, yine aynı biçimde inşaî olduğu göz ardı edilmemelidir. İlk dönem sözlü anlatıların, söz/kıssa veya hatip/kussâs geleneğinin özelliklerini taşıması çok tabii iken, bu anlatılar yazıya geçirilince, bunların edebi ürün/söylem oldukları göz ardı edilmiş ve yazılanların mutlak hakikati anlattığı zannedilmiştir. Bu anlatıların, edebî olduğu ve sözlü geleneği yansıttığı için, çoğunlukla duygusal, yüceltici ve abartıcı özellik taşıdığı kabul edilmesine rağmen; günümüzdeki her yaklaşımın da inşaî olduğu göz ardı edilmektedir. Tam tersini söylemek de mümkündür: Günümüzde tarihî metinlerin yorumlanmasına yönelik yaklaşımların tabii olarak inşaî olduğu kabul edilmesine rağmen, tarihî metinlerin de, gerek sözlü geleneğe gerekse ilk yazılanlara yönelik, bir o kadar inşaî olduğu göz ardı edilmektedir. Bence bu durum her iki dönem veya her dönem için geçerlidir. Bunu kural olarak ifade edecek olursam, her anlatı bir kurgudur; her metin bir kurgu ve inşa ürünüdür. Buna göre ben şu anda elimizde bulunan Kur'ân dışındaki bütün metinlerin kurgusal olduklarına ve bu metinlerin inşaî özellikleri taşıyıp, bu özellikleri sonuna kadar barındırdıklarına inanmaktayım.
Yazılı metinlere sabitlenip onlara bağlı olarak sürdürülen hayat, tarihe de sabitlenmeyi gerektirmektedir. Bu da hayatın ilerlemesi karşısında, yerinde saymanın ötesinde geri gitme yani irticadan başka bir şey değildir. Hâlbuki bizlere düşen, metinleri hayatın akışı ve ilerleyişi ile birlikte okumak ve anlamlandırmak yani “Kur'ân'ı asrın idrakine söyletmek”tir. Burada kurucu metinlerle ikincil metinlerin ve sonrakilerin ayrımlarının da netleştirilmesi önem arz etmektedir. Geleneğimizde, mezhepçiliğin öne çıkması sebebiyle, sonraki metinler, asıl ve kurucu metinlerin geri itilmesine sebebiyet vermiş böylece ikinciler birincinin yerini almıştır ki, kanaatimce tam da mezhepçilik veya mezhep bağlılığı budur.
Yazılı Metinlerden Mezheb'e
Bu bağlamda mezhep olgusunun mahiyetini de ifade ettiğimi sanıyorum. Gerek geçmişte söylenenler olsun, gerekse bizim söylediklerimiz olsun, bir sistematiklik kazandığı ve belli bir kitle bilhassa iktidar gibi güçlü bir taraftarı bulduğu zaman, “mezhep” halini alacaktır. Bunun tabii ve kaçınılmaz olduğunu düşünmek başka, bu durumda olanın “hakikatin temsilcisi” veya “hakikatin sahibi” olduğunu düşünmesi başkadır. Mezheplerin bizzat kendisi değil, mezhepçilik olgusu veya mezheplerin müntesiplerinin yaklaşımlarının problem olduğu açıktır. Burada, bu taassubu körükleyen ve bunun oluşturduğu havadan beslenenlerin, mezhep kavgalarını oluşturdukları ve mezheple oluşan fitneyi körükledikleri de esas olarak müşahede edilmektedir. Yoksa bir grup insanın bir araya gelerek, birbirleriyle konuşup tartıştıkları zaman, farklı fikirlere sahip oldukları görülünce, bunu şahsen birbirlerine dayatmadıkları sürece durup dururken kavga çıkarmadıklarını, bugün de müşahede etmekteyiz. (Kasas, 28/41: “(Yeryüzünde onların işini bitirdik) ve böylece kendilerini (cehennem) ateşinin yolunu gösteren (kötülüğün) sembol tipleri olarak (insanlığın karşısına) çıkardık; öyle ki, Kıyamet Günü'nde böylelerine asla yardım edilmeyecektir;” Ayrıca Nisa, 4/39; İsra, 17/16; Sebe, 34/31).
Burada mezhepleşmeyi problem haline getiren ve onu taassuba dönüştüren etmenlerden biri de, kanaatimce havâssın avamlaşmasıdır. Gerek iktidarın yönlendirmeleri gerekse popülaritenin gücü, âlimin, halkın seviyesine düşmesine, halka şirin görünmek veya sosyal baskısına maruz kalmamak için, avamın beklentilerine uygun ve onların istediği gibi söyleyip davranmasına yol açmaktadır. Tarihte bu güç ve beklentinin karşısında dik durabilen âlim sayısının fazla olmadığını da görmekteyiz. Ancak sonuçta âlimin gücü değil, avamın gücü; âlimin dolayısıyla hakkın gücü değil, halkın ve basitliğin gücü başka türlü yönlendirmelerle hayata damgasını vurmaktadır. Bu da zihinsel yerinde sayma, katı muhafazakârlık ve dogmatizm olarak tezahür etmektedir (Yunus, 10/100: “hem de, hiç kimsenin, Allah'ın izni olmadıkça asla imana erişemeyeceği ve aklını kullanmayanlara alçaltıcı, bayağılaştırıcı (inançsız)lığı musallat edenin O olduğu (gerçeği) ortadayken?” Ayrıca Haşr, 59/19).
Medeniyetler, devlet adamları ve liderlerin peşinden giden değil, bunların peşinden gittiği âlimlerin sırtında yükselmiştir. Ne zaman ki alimler bu konumlarını kaybetmişler, gelişme ve yenileşmenin risklerini üstlenememişler, böyle durumlarda statüko ve skolastisizm öne çıkmış; böylece çürüme ve yok olma ya da etkisiz kalma/nesneleşme açığa çıkmıştır. Hâlbuki âlimin tâbî olması gereken tek şey, inandığı doğrultuda önüne çıkan bilimsel hakikate uymak ve başta devlet adamları olmak üzere toplumu da buna uydurmaya çalışmaktır (Bakara, 2/159-160: “Bakın, katımızdan indirdiğimiz hakikatin ve rehberliğin delilini ilahi kelam aracılığıyla insanlığın önüne koyduktan sonra onu gizleyip örtbas edenlere gelince: İşte onlardır Allah'ın lanet edeceği ve onlardır yargılama yeteneğine sahip herkesin de lanet yağdıracağı. Ancak, tevbe edenler, kendilerini düzeltenler ve (tebliğ edilen) hakikati duyuranlar bunun dışındadır: Onların tevbesini kabul edeceğim; zira yalnız Benim tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan.” Ayrıca Bakara, 2/42; Âl-i İmran, 3/71; Haşr, 59/14).
Mezhepleşmeye Katkıda Bulunan Bazı Soru ve Sorunlar
Mezhepler çatışma alanı olarak işlev görse de, aslında hayatı çekilir kıldığı ve yaşama çeşitli açılardan yön verdiği için rahmettir de. Ancak insanlar bulundukları şartların sonuçlarını bu şekilde görmek yerine, çok çeşitli sebeplerle çatışmayı seçmekte veya çatışmaya sürüklenebilmektedirler. Tabii her görüş sahibinin kendini haklı çıkaracak delillerinin olduğu da kaçınılmazdır. Fakat İslam düşüncesinde bazı hususlar var ki, tamamen inanç alanı olmasına rağmen çoklarınca bilimsel görülmüş ve bilim, haklılık için zorlanmıştır. Bu da alt problemleri yani ayet ve hadislerin anlamlarının zorlanmasını ya da keyfileştirilmesini doğurmuştur.
Mesela bunlardan biri de, “Kur'ân Dışı Vahiy” konusu olup, dinî tartışmalarda, çok sayıda spekülasyona yol açmaktadır. Bu konunun sürekliliğini korumasının sebebi ise, spekülasyondan istifade alanının bulunması ve bu konuyu savunanların ellerini güçlendirmesidir. Dini düşünce alanında benzer çok sayıda konu ve tartışma başlığının bulunmasının sebebi de, benzer hususlarda aranmalıdır.
Yine benzer bir problemin, “nasçılık”tan yani her şeyi mutlaka nassa dayandırma iddia ve beklentisinden dolayı “hadis uydurmacılığı”nın ve “nasların anlamsızlaştırılması” konusu olduğunu yani “anlamlarının dışına taşınması”nın ortaya çıkmasıdır ki, bu durumun bugün bile canlılığını sürdürdüğünü görmek mümkündür.
Bunun tam zıddı bir durum ise, Kur'ân'ın ve İslam düşüncesinin, ekonomik, sosyolojik, politik hiçbir iddiasının olmadığı yolundaki kanaatlerdir. Ben ne tarihî süreci göz önüne aldığımızda ne de, Kur'ân'ın ilk tatbikatçısı Hz. Peygamber'in hayatına baktığımızda, bu iddiayı destekleyecek hiçbir şey bulabileceğimizi zannetmiyorum. Ancak bu iddianın İslam için değilse de, Müslümanlar için kullanılmasının, realite açısından doğruluğu da maalesef aşikârdır. Eğer medeniyet iddianız varsa, yukarıdaki alanlarda yeryüzündeki diğer medeniyetlere katkınız ve yerine göre meydan okumanız hatta alternatifiniz de olmalıdır. Bugün yeryüzündeki medeniyetler sayılırken, bir İslam medeniyetinin varlığından söz edilmesinin, onun sadece vicdanlara tahakküm eden bir din değil, aynı zamanda iddiası olan bir medeniyet kurucusu olduğu anlamında alınması gerektiğini düşünmekteyim (Kasas, 28/77: “Öyleyse, Allah'ın sana verdiklerinden yararlanarak yalnızca ahiret yurdunda (iyi bir yer tutmanın) yolunu ara; bu arada, pek tabii, bu dünyadaki nasibini de unutma; ve Allah nasıl sana iyilikte bulunduysa, sen de (başkalarına) öyle iyilikte bulun; ve sakın yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma: çünkü, şüphesiz, Allah bozguncuları sevmez!” dedikleri zaman,”).
Diğer bir problem, klasik âlimlerin kendi sorunlarını çözmek ve bulundukları yeri tespit etmek için, sosyal ve siyasal önerilerinin din veya dinî kabul edilmesidir ki, bunun en önemli örneği kanaatimce, “Dârü'l-İslâm” ve “Dârü'l-Harb” kavramlarının bugünkü “Devlet”e karşılık olarak kullanıyor olması ile beraberinde getirdiği sorunlardır. Bilhassa İran Devriminden sonra ülkemizde belli bir prim yapan ve gözlemlediğim kadarıyla da hiçbir dönem zemin kaybetmeyen “İslam Devleti” kavramı, Müslümanların daha uzun süre, yumuşak karnı ve problemli alanı olmaya devam edecektir.
Bugün izahında çok sıkıntı yaşadığımız ve Müslümanların yüzüne sıklıkla vurulan konulardan birçoğu da, aslında genel İslam Düşüncesinin klasik problemlerinden birkaçıdır. Bu problemlerin başında da; kıtal/cihad, demokrasi, insan hakları, çok eşlilik, kadın hakları, kadınla ilgili diğer konular ve şer'î cezalar gelmektedir. Bunların yeniden yorumlanmasından kaçınmak, kanaatimce problemlerin çözümünden kaçınmakla eş değerdedir.
Birçok İlahiyatçı Hocadan duyduğumuz, “Bugün hangi konuya ihtiyaç duyuyor veya cevap arıyorsunuz da, onları klasik âlimlerde göremiyorsunuz? Her şey orada, yeter ki, siz onları anlayabilseniz!” şeklindeki yaklaşım, klasik skolastisizmin ilahiyat fakültelerindeki en iyi örneğidir. Tıpkı “mutlak doğru”yu tespit eden Kilise Babalarının, görüşlerinin ölümlerinden sonra, her şeye çözüm olarak nakledilmesi gibi. Bugün de birçok cemaat mensubu, şeyhlerinin/üstatlarının metinlerini vird edercesine okuyarak, ışıklarını sadece oradan almakta ısrar etmelerinin, İslam dünyasını ne hale getirdiğini görmekteyiz.
Din Olan/Dinî Olan ve Din Dışı/Dinî Olmayan
Bugün için ilahiyatçıların en önemli görevlerinden birinin “din olan/dinî olan”la, “din dışının/dinî olmayan”ın ne olduğunun belirlenmesidir. Kanaatimce bu husus, ilahiyatçıların temel olarak odaklanması gereken hususların başında gelmektedir. Bu durum hem Ortaçağın dinsel/dinci yapısından ve bakışından bizi kurtaracak, klasik kitaplarımızın fazlalıklarını atacak hem de sorunlarımıza daha fazla ve doğrudan zaman ayırmamıza yarayacaktır. Bu yaklaşımın adına “yeni mezhepler oluşturmak” denecekse, bunda hiçbir sakınca görmemekteyim, çünkü biz kendimiz için yani kendimize yönelik olarak çözümlere gitmeye çalışmaktayız. Bunun da bizim mezhebimiz/mezhepleşmemiz olmasından daha doğal bir şey olamaz. Aynı şeyi bizden sonrakiler de, bizim düşüncelerimiz üzerinde yapmalıdırlar.
Bazı bilim adamlarınca “Kur'ân'ın ruhu” veya “Kur'ân'ın bütünlüğünden kendimiz için çıkardığımız ilke” diye tanımlanan Kur'ân ve Sünnet prensipleri, İslam'ın aydınlatıcı projektörlerinin önümüzü göstermesi için çevrilmelidir. Bu ışıkta yürüyerek elde edeceğimiz referansların (bizden öncekilerin yaptıklarının, kendi maksat ve doğalarına yönelmesi gibi) kendi ihtiyaç ve koşullarımıza göre düzenlenmesi gereken sosyal, siyasal, hukuk ve ekonomi gibi alanların aydınlatılmasına yarayacağı inancındayım. Bu yüzden yapılması gereken, hep birlikte bu prensiplerin keşfine yönelik okumalarla, Kur'ân ve Sünnetin ilkelerini tespit çalışmaları yapmaktır. Böylece, dinî her alana müdahale ettirmektense, her alanı bu prensipler ışığında görüp ele almamızın mümkün olabileceği kanaatindeyim. Böylece kemâle giden insanın yolculuğunda din, amaç olmaktan çıkar gerçek mahiyetine ve araç olmaya dönüşür.
Sonuç
Kur'ân ve Sünnette olmayan birçok yasak ve engellemelerin, İslam Düşüncesinde mevcut olduğunu görmekteyiz. Ben bunların dinî değil, sosyolojik ve maslahata yönelik “haram”lar olduğunu düşünmekteyim. Bu yasaklamaların “dinî bir dil” kullanılarak (haram, helal, mekruh vs.) ifade edilmesi, ortaçağın yapısı ve özelliği nedeniyledir. Bazen de, birçok şeyin haram olmasına maslahaten karar verilir, bunu temellendirmek için ayet veya hadis bulunur (anlamları zorlanır, tevil edilirdi) ki, bunu bugün de görmekteyiz. Estetik yasaklar bunun bir örneği olabileceği gibi, fıkhî mezheplerin birçok konudaki farklı ve birbirlerine tamamıyla zıt yaklaşımları da bunun iyi bir örneği olabilir.
Yukarıda ifade ettiğim gibi, İlahiyatçıların bütün delillerinin tarihî olduğu ve tarihî olanın da, her zaman spekülatif olduğu kabul edilse bile, geçmişte olduğu gibi bugün de İlahiyatçılara düşen görev, ana dinî metinlerin anlaşılmasını sağlamak ve yorumlanmasına çalışmaktan ibarettir. Geçmiş âlimlerin yaptığı gibi bize de düşen, Kur'ân ve Sünnetten “din çıkarmak” Kur'ân ve Sünnete göre “dini yeniden inşa” etmektir.