ADALET, AHLAK VE SİYASET
Nureddin Topçu 1970'li yılların başında “Hakkın dâvacıları nerede, nerede rahmetin ve merhametin mümessilleri? İnsaf ile adaletin fedaileri? Hayâ ile hörmetin âşıkları?” diyordu..
millivicdan.org - Nureddin Topçu 1970'li yılların başında “Hakkın dâvacıları nerede, nerede rahmetin ve merhametin mümessilleri? İnsaf ile adaletin fedaileri? Hayâ ile hörmetin âşıkları?” diyordu...
İslamî bir hareket siyasî sonuçlara ulaşmayı mı esas almalıdır, yoksa ahlâkî ve âdil bir toplumun oluşmasına mı odaklanmalıdır?
Bu soru açıkça sorulup cevaplanmasa bile, 1960'lardan sonra tercihin siyasetten yana yapıldığını söyleyebiliriz. Tercüme İslâmcılık, sol hareketlerden ödünç aldığı kavramlarla radikalleştiği dönemde “inkılâpçılık” veya “devrimcilik” kelimeleri İslâmî kavramlardan daha etkileyici bir yere sahipti. Bütün fenalıkların bir çırpıda “devrimle” giderilmesi mümkündü, İslâm (şeriat) gelecek kötülük bitecekti... “İslamî” toplumu tepeden ve baskıyla kurmak...Bunun hangi İslâmî ilkeye dayandığını merak eden yoktu.
Bu yıllarda dünyanın başka ülkelerinde darbe yaparak, güç kullanarak iktidarı ele geçiren “İslâmcı” hareketlerin peşinden koşuldu. Kaddafi'den Humeyni'ye İslâmcıların ikonografisinde bir hayli isim yer buldu.
Bu köktenci yaklaşımlara karşı mevcut sistem içinde siyaset yaparak iktidarı ele geçirmek ve ulaşılması istenen ideal nizamı tesis için çalışmak aşırı (radikal) İslâmcıların küçümsediği bir yoldu.
Âdil ve ahlakî toplumu siyaset yoluyla oluşturmak parlak bir fikir olarak görülse de, siyasetin talepleri ile böyle bir oluşumu sağlamanın bağdaştırılması her zaman mümkün olabilir miydi?
Bu yolun denenmesi kaçınılmazdı belki de. İslâmcı siyasetin 1970'lerde sistem içinde kendini ifade etmeye başlaması bütün engellemelere rağmen belirli merhalelerden geçti ve 1990'larda en yüksek oy oranına ulaştı (% 22). İktidarın büyük ortağı olarak kurduğu hükümet bir yıl içinde güç odaklarının baskısıyla yıkıldı.
Bu hükümeti yıkan dış ve iç güç odaklarının topluma teklif edecekleri yeni ve sürükleyici bir proje yoktu. 1920'lerin şartlarında ortaya çıkmış savaş sonrası ideolojisinin 21. yüzyılın başında dünyadaki değişim yok sayılarak çözüm olarak sunulması kitlelerde sonuç doğurucu bir karşılık bulmadı.
Güç odakları tarafından hedef alınarak hırpalanmış Necmeddin Erbakan'ın kaldığı yerden siyasete devam etmesi nasıl sonuçlar doğurabilirdi? Bunun denenmesine fırsat bırakılmadan parti içinden daha genç bir grup yenilikçilik iddiasıyla ortaya çıktı. Siyasetin dilini kullanmakta, yani tavizci görünmekte daha başarılı olan bu grup Türkiye'nin yakın geleceğini etkileyen bir siyasî yapıya vücut verdi.
“Siyasetin yerini başka hiç bir şey tutamaz” görüşü hızla yaygınlaştı. Siyasetin bu kadar ön plana çıktığı bir ülkede gelecek tasavvurunu sahih zeminlere oturtmak zorlaşmaya devam etti. Siyaset Türkiye'nin kültürel-manevî dönüşümünü gerçekleştirme konusunda elindeki araçları kullanmakta pek de istekli görünmüyor.
Denilebilir ki, “Kur'an kurslarının sayısı hızla artıyor, imam hatipler süratle çoğalıyor, büyük ve gösterişli camiler yapılıyor...”
Şekil ve gösteriş tarafı ağır basan bu uygulamaların bütün toplumu etkileyen kültürel ve manevî bir dönüşüme yol açabileceği konusunda ikna edici belirtiler mevcut değil. Siyaseti tek yol görmek yerine âdil ve ahlâkî toplumu inşa etme yönünde faaliyet göstermek, yakın hedefler yerine uzak hedeflere, ideale yönelmek yolu tercih edilebilse idi, bu zemin üzerinde yapılan siyasetin iktidar ilişkileri de farklı tecelli edebilirdi.
Siyasetin belirleyiciliği iktidar mücadelesini kaçınılmaz kılıyor. Siyaset bu raddede şu yolu seçebilir mi?: Siyasî sistemi yeniden kurmak yerine âdil ve ahlâkî toplumu oluşturarak sistemi kendiliğinden değiştirmek... Bunun cevabı bellidir: “Sistemi kuralım, ona da sıra gelecek!” Ve belli cevapların her zaman doğru cevaplar olmadığı da ortadadır.
Kendisi İslamcılık iddia etmese de dışarıdan öyle görülen siyasi akımın Türkiye'nin geleceğinde belirleyici konuma ulaşması yüz yıl sonra İslâm dünyasında yeni umutların filizlenmesine yol açtı. Yüz yıl önce Müslümanların dünya sisteminde bir güç olarak kendini ifade etmesinin bütün imkanları yok edilmişti. Osmanla Devleti yıkılmış, mirası paylaşılmış, merkez topraklarında kurulan devlet tarihî mirası reddetmişti.
Türkiye'nin dünya siyasetine dönüşü, 1. Dünya Savaşı'ndan daha zor şartlarda ne kadar mümkündü?
Sovyet sisteminin çöküşü sonrasında bu ihtimalin önünü kesmek için İslâm dünyasına yönelik saldırgan hareketlerin devreye sokulduğunu görüyoruz. Bunu haklı kılacak “terörist İslâm” imajının üretilmesi de ihmal edilmemişti. ABD'nin Irak saldırısının sonuçları ortadayken Suriye'de, Rusya da işin içine katılarak meydana getirilen karışıklık yeni Ortadoğu tasavvuru hakkında yeterince açıklayıcıdır.