İSLÂM TARİHİ BOYUNCA SELEFİ ANLAYIŞ VE ETKİLERİ - M. Hanefi PALABIYIK | Milli Vicdanın İlimle Hicreti
  • YAZARLAR
  • Emrullah ÖNALAN
  • Mehmet Zeki İŞCAN
  • Cevat GERNİ
  • Hasan SAĞINDIK
  • Seyfullah TÜRKSOY
  • Menderes ALPKUTLU
  • Lütfü ŞEHSUVAROĞLU
  • Turan GÜVEN
  • M. Hanefi PALABIYIK
  • Kemal Polat
  • İrfan SÖNMEZ
  • Mustafa AKIN
  • Hacı GÜRHAN
  • Hafize ŞAHİNER
  • Fatma Sönmez
  • Ahmet ÜNAL
  • İrfan SEVİNÇ
  • Şahabettin YILDIZ
  • Oğuzhan ÖLMEZ
  • Ahmet Coşkun DÜNDAR
  • Muharrem BİTİREN
  • Mehmet SAĞLAM
  • Mete ÖZDİKİCİ
  • Ahmet ÖZTÜRK
  • Ufuk ÜNAL
  • B.BARIŞ KERİMOĞLU
  • M.Çağdaş ÇAYIR
  • Ahmet İZZETGİL
  • ERHAN HAŞLAK
  • Veysel AŞKIN
  • Suat UNGAN
  • Hayrullah DEMİR
  • Cemil İLBAŞ
  • Tahsin BULUT
  • Coskun KÖKEL
  • Bülent KARAKELLE
  • Senar BAŞAK
  • Küşat TAŞKIN
  • Orhan ARSLAN
  • Hakkı DURU
  • Hüseyin AKDOĞAN
  • Osman Kenan AKSOY
  • Hayrettin NEŞELİ
  • Kerim Alperen İBİŞ
  • R.Alparslan TOMBUL
  • Mehmet DOĞAN
  • Ali ARASOĞLU
  • Manaf BAGİRZADE
  • Zülfikar ÖZKAN
  • Veysi ERKEN
  • Abdulnasir KIMIŞOĞLU
  • Ömer YÜCE
  • Cengiz Yavilioğlu
  • Kemal YAVUZ
  • M.Lütfü YILDIZ
  • Orhan İBİŞOĞLU
  • Mehmet OKKALI
  • İsmet TAŞ
  • İsmail GÜVENÇ
  • M.Alperen ÇÜÇEN
  • Orhan KAVUNCU
  • Mustafa Toygar
  • Mete GÜNDOĞAN
  • Sadi SOMUNCUOĞLU
  • Ertugrul ASİLTÜRK
  • Yunus EKŞİ
  • Muhammet Esat KESKİN
  • Yücel OĞURLU
  • Aynur URALER
  • Hasan Gökhan Kotan
  • Mehmet Akif OKUR
  • Bozkurt Yaşar ÖZTÜRK
  • Mahmut Celal ÖZMEN
  • Fazlı POLAT
  • Mustafa İLBAŞ
  • Serkan AKIN
  • Musa IŞIN
  • Gündüz GÜNEŞ
  • Enver Alper GÜVEL
  • Necdet TOPCU
  • Onur ERSANÇMIŞ
  • Mehmet Bozdemir
  • Fahri Akmansoy
  • M. İkbal Bakırcı
  • M.Talât UZUNYAYLALI
  • Rubil GÖKDEMİR
  • Zeki ŞAHİN
  • Özkan ÖZKAYA
  • Dr. Muhsin YILMAZÇOBAN
  • İparhan UYGUR
  • Sami ŞENER
  • Hakkı ÖZNUR
  • Mehmet MUTLUOĞLU
  • Nurettin KALDIRIMCI
  • Ali Rıza MALKOÇ
  • Namık Kemal ZEYBEK
  • Atilla BİTİGEN
  • Mahmut Zeki ÇABUK
  • Emre KESKİN
  • Şener MENGENE
  • Selami BERK
  • Mehmet MUTLUOĞLU
  • Abdullah NEHİR
  • Gafur OTURAK
  • Recai ÇELİK
  • Ahmet Berhan YILMAZ
  • Nazmi ÖLMEZYİĞİT
  • Necdet BAYRAKTAROĞLU
  • Tarık Sezai KARATEPE
  • nikaO
  • Mustafa Duman
  • Ramazan ASLANBABA
  • Feyzullah BUDAK
  • Mahmut Esfa EMEK
  • Orhan SÖYLEMEZ
  • Asiye TÜRKAN
  • MİLLİ VİCDAN
  • KONUK MAKALELERİ
    İSLÂM TARİHİ BOYUNCA SELEFİ ANLAYIŞ VE ETKİLERİ
    Yazar: M. Hanefi PALABIYIK
    “Din” olanla “dinî olan” arasındaki ayrım, “din adına” olanla “din için olan” arasındaki ayrım gibidir ki bu, herkes tarafından vurgulanmak durumundadır. Tarihin hiçbir döneminde “din”, indiği dönemdeki saflığıyla yaşanmamıştır, yaşanamaz da.
    millivicdan.org - Prof. Dr. M. Hanefi PALABIYIK* beyin tez sunumlarından

    Giriş: İsimlendirme/Terimleştirme

    İlim âleminde, anlaşabilmek ve alanın içeriğini anlamlandırabilmek için kavramlaştırma ve terimleştirmenin gerekliliği tartışılmaz. Hatta bunu jargona (daha dar bir çerçeveye ait) kadar vardırmak da mümkün olmuştur. Bu terimler adlandırmanın tümünü içerdiği gibi, haliyle grupların kendini adlandırmalarını da içermektedir. Bu şu açıdan önemlidir; her grup kendini bir yere göre konumlandırırken, rakip ya da düşman grupların başka türlü adlandırmaları da mümkün olmuştur. Bu, bazen sosyal, bazen siyasal bazen de tamamen ideolojik olmuştur ki, bunu “Selef kavramı içinde de görebiliriz. Çünkü bazı isimlendirmeler bir dönem kullanılırken,diğer isimlendirmelerin ise başka dönemlerde, grupların kendileri içinde veya rakiplerin birbirleri hakkında kullandıkları da görülmektedir. “Selef”i ifade etmek için kullanılan bazı isimlendirmelerin de dönemin sosyal ve siyasal rağbetine göre olabileceğini/olabildiğini unutmamak gerekmektedir. Benzer durum bugün de söz konusudur. Eğer bir adlandırma, toplum tarafından itici veya düşmanlık uyandırıcıysa, o adlandırma grubun üyelerinden çok, rakipleri tarafından; eğer diğer bir adlandırma kendilerini gizlemeye veya başka bir çağrışıma neden oluyorsa, o durumda da, bu adlandırma söz konusu olmaktadır. Bu durum bazen okuyucuların bazen de sonraki nesillerin akademik yaklaşımları veya onları ele alışlarına göre de değişmektedir. Mesela bunun en iyi örneğini bence, “Selef kavramının, “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” ile karşılanması vermektedir.

    Günümüzdeki bazı dini grupların mensupları, nasıl ki din tarihinden iyi ve önemli görülen isimlendirmeye sahip çıkarak, kendilerini o kavramlarla çağrıştırmaya ve özdeşleştirmeye çalışıyorlarsa, “Selefiler” için de aynı şeyi söylemek mümkündür. İhtiyaç duydukları anda “Ehl-i Sünnet”, Ehl-i Hadis” ve “Ehl-i Eser” isimlerini kullanmak suretiyle kendilerini muhattaplarına ve şartlara göre konumlandırdıklarını söyleyebiliriz.

    Din Bilimleri ve Dini Grupların/Mezheplerin Tarihî Konumları
    İlim dallarının teşekkül etmesi, maalesef her bir dalın kendini merkeze alarak bütünü veya kendinin tarih içindeki yerini tayin etmesini doğurmuştur. Bunu “Mezhepler Tarihi”, “Kelam Tarihi”, “Fıkıh Tarihi”, Hadis Tarihi” ve “Tasavvuf Tarihi” gibi dallarımız yanında, “Müzik Tarihi”, “Sanat Tarihi” ve “Tıp Tarihi” gibi diğer dalların tarihlerini ele alışlarında da

    İSLAM TARİHİNİN İLK YILLARININ TAVSİFİ İslam Tarihi Tarih -- - 10 10-40 41-132 132-656
    Özellik Hz. Pey. Dönemi Dört Halife Dönemi Emeviler Dönemi Abbasiler Dönemi
    Kelam ve Mez. Tar. Tarih -- - 10 29 38 41- ---
    Özellik Hz. Pey. Dönemi Fitnenin Başlangıcı:
    Hz. Osman'ın Hilafetinin 7. Yılı İlk Siyasi Mezheplerin Çıkışı (Hariciler-Şiiler) Mezhepler Dönemi
    Tasavvuf Tarihi Tarih -- - 10 10-110 110-200 200- ---
    Özellik Hz. Pey. Dönemi Sahabe Dönemi Zühd Dönemi Tasavvuf ve Tarikat Dönemi
    Fıkıh Tarihi Tarih -- - 10 10-110 110-250 250----
    Özellik Hz. Pey. Dönemi Sahabe Dönemi Müçtehitler Dönemi Taklit Dönemi
    Hadis Tarihi Tarih -- - 10 10-110 110-160 160-210 ve 300----
    Özellik Hz. Pey. Dönemi Sahabe Dönemi Tâbiun Dönemi -Etbaut-Tabiin
    -Tedvin, Tasnif ve Tezhib Dönemi
    Tefsir Tarihi Tarih -- - 10 10-110 110-160 160- ---
    Özellik Hz. Pey.in Tefsiri Sahabe Tefsiri Tâbiun Tefsiri Tedvin Dönemi
    BİLİM DALI Hz. Pey. Dönemi Sahabe Dönemi10-110 (632-728) Tâbiun Dönemi65-135 (684-752) Etbaut-Tabiin Dönemi 135-190 (752-806)

    görmekteyiz. Her bir ilim dalı diğer ilim dallarından sosyal, siyasal ve ekonomik şartlardan bağımsız olarak, hiçbir irtibatı yokmuş gibi ele alınır. Tüm yazımların bu şekilde olduğunu da kastetmiyorum ancak kendimize bakarsak İslami ilimler tarihinde bunun çok iyi örnekleri olduğunu söylemek isterim.

    Yukarıdaki tablonun açılımı: Tablodaki tarihler çeşitli tasnif, tanım ve ihtilaflardan dolayı yaklaşık/ortalama olarak hicri takvime göre ve DİA esas alınarak verilmiştir. (Ayrıca her nesil için elli yıllık bir ekleme mümkün görülmüştür.)İslâm tarihinin ilk yılları, fıkıh tarihi açısından “Hz. Peygamber, sahabe, müçtehit imamlar (Ahmed b. Hanbel'in vefatı 241/855) ve taklit devirleri ”¦” olarak sınıflandırılmıştır. Bu taksimat hadis tarihi açısından, “sahabe, tâbiun (110-160) ve etbauttâbiîn (160-210) devirleri ”¦” şeklinde yapılırken; kelam ve mezhepler tarihi açısından “Hz. Osman'ın ikinci altı yılının başlangıcı,fitnenin zuhuru kabul edilmiş,siyasî mezhepler (Şiîlik ve Haricîlik) ve itikadî mezheplerin (Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie, Mutezile, Ehl-i Sünnet ve Selefiyye) teşekkül devirleri ”¦” olarak sınıflandırılmalar yapılmıştır. Tabii bu taksimlerden her birinin alt taksimatları da yapılmakla birlikte, çoğunluğunun sınır ve dönemlerinin tespitinde de açıklık ve kesinlik olmaması göze çarpmaktadır. Dikkat edilirse her bilim dalı, hem tarihî dönem ve nesilleri kendi sahaları açısından hem de çeşitli açılardan tasnife tabi tutmuştur. Hadisçiler, devirleri(mümkünse çeşitli açılardan taksimatlar) daha çok hadislerin rivayet, tedvîn ve tasnif edilmesi açısından incelerken, fıkıhçılar da hukuk tatbikatları açısından meseleyi ele almışlardır. Tasavvuf tarihi açısından;zühd dönemi, tasavvuf dönemi ve tarikat dönemi şeklinde taksimat yapılmaktadır. İslâm tarihçilerine gelince, onlar da tasniflerini daha çok “siyasî otoriteler ve devletler” açısından yapmak suretiyle, Hz. Peygamber devrini “Asr-ı Saadet” diye anarken, daha sonraki devirleri Hulefâ-i Râşidîn Devri (ki, bu ismin verilmesinde de bir hadiste geçen “râşid halifeler” ifadesinin mülhem olduğu malumdur), Emevîler Devri, Abbasîler Devri ”¦” şeklinde tasnif etmişlerdir.

    Şimdi, bu yılların rakamsal karşılıklarını verirsek şöyle bir tablonun karşımıza çıktığını görürüz:
    Sahabe Dönemini,en son vefat eden sahabinin vefat tarihi esas alınarak hicri 110 yılı,
    Tabiin Dönemini, sahabe dönemine 50 yıl eklemekle hicri 160 yılı,

    Etbauttabiin dönemini ise, tabiin dönemine 50 yıl eklemekle hicri 210 yılı veya yuvarlak bir rakamla en fazla 250 yılına kadar götürebiliriz.

    Bu dönemler tüm tarih yazarları (siyer, tarih, mezhep, kelam, hadis, tefsir, fıkıh vs.) açısından ittifakla kabul edilen birçok olayı içermektedir. Bu dönem, özetle Hz. Osman'ın ikinci altı yılını ifade eden “Fitnenin Başlangıç Yılı”ndan başlar, Hz. Osman'ın öldürülmesi, Cemel ve Sıffın Savaşlarını, Tahkîm Olayını, Ali-Muaviye çatışmasını, Hz. Ali'nin öldürülmesi, Muaviye ve Yezid'in iktidar dönemlerini, Zübeyriler Devrini, Harre Vak'asını, Medine Baskını'nı, Kerbela'yı, Ehl-i Beyt'e yapılanları ve bizce bunların hepsinden önemlisi Emevi iktidarının tüm süresini (41-132) içermekle beraber, Abbasilerin de ilk 100 senesini içermektedir.

    Hadis tarihi vb. sınıflamalar açısından son derece masum görünen bu döneme, tarihçilik ve tarih felsefesi açısından bakılınca, aslında son derece ideolojik ve göstergeleri çok daha farklı olan karşılıklarını görmekteyiz. Aslında bu durumun diğer yandan, tarihi okuma biçiminin bir ideolojisi veya tarihin ideolojik okunup biçimlendirilebileceğinin bir yansıması olarak da görülebileceğini kabul etmekteyiz.

    Tarihî dinî gruplardan birinin, “kelamî tartışmalara girmediği” için sonrakiler tarafından “Selef-i Sâlihîn” diye nitelendirilmesini (Mustafa Öz, Anahatlarıyla İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 258-259; Yusuf Şevki Yavuz, “Kelâm”, DİA, XXV, 201-202), fazlaca yanlış ve ideolojik bulmakla beraber, bu tavrın temel sebebinin, tefekkür ve iddiaları olmasından çok, tartışılan her konuda yorum yapmak ve içtihatta bulunmak yerine rivayete sarılarak, konuyla ilgili bir hadis/rivayet söylemeye sığınma basitliğinden kaynaklandığını düşünmekteyim. Bu yüzden bu guruba “Ashabu'l-Hadis veya daha doğru bir adlandırmayla “Ashabu'r-Rivaye” veya “Ehlü'l-Eser” denmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyim. Çünkü yukarıda her bir ad verme veya ad almanın, kendini konumlandırma olduğundan bahsetmiştik, buna göre bu grubu, herkes için söylenebilecek “Selef-i Sâlihîn” tabiri yerine, “Ashabu'r-Rivaye” olarak adlandırmanın daha doğru bir tanım olduğunu ve onları daha net tavsif ettiğini iddia edebilirim.

    Yine yukarıda bıraktığımız yerden devam edecek olursak, Selefiyenin kendini, “Ehl-i Eser” olarak isimlendirmesini, “Rey” taraftarlığının karşısında; “Ehlü'l-Hadîs” tabirinin ise, “Ehlül'l-Bid'a”nın karşısında konumlandırmış olmaları açısından çok önemlidir. Diğer yandan muarızlarının ise “Selefiyye” mensuplarını, “Haşeviye” (=Batıl Peşinde), “Mücessime” ve “Müşebbihe” gibi isimlerle anmış olmaları da önemlidir. Bunun dışında, güya Müslümanların kendi aralarındaki tartışmalardan uzak kalıp, onlara itibar etmediklerini ifade için de kendilerine, “Selef-i Sâlihîn” demeyi tercih etmişlerdir.

    Tarihte Din-İktidar İlişkisi

    Tarihte vuku bulan olayların bir tek sebebinin olduğunun düşünülmesi hiçbir zaman doğru görülmemiştir. Bu yüzden “Mihne” hadisesi denince, aklımıza Ahmed b. Hanbel'in (ö. 241/855) gelmesi sadece bir açıdan önemlidir. Vuku bulan bir olayla bazı isimlerin şöhret kazanmasınınveya bu şöhreti kazanmanın sadece birolayla doğrudan bağlantılı olduğunu söylemenin yeterli olamayacağını düşünmekteyim. Burada Ahmed b. Hanbel için soracağım sorular, Mihneden sonra özellikle onun isminin neden öne çıkarıldığıdır?Bir problem karşısında, zaten herkesin bildiği ve dillerde dolaşan rivayetleri söylemeyi tercih eden bir kimse (çünkü Ehl-i Hadisin en önemli temsilcisi olarak bilinen Ahmed b. Hanbel'in, metot olarak, genellikle kendisine sorulan sorulara sadece rivayetle/hadisle cevap vermeyi tercih ettiği bilinmektedir), bilhassa iktidar sahipleri ve iktidara yakın diğer kişiler için neden “âlim” olarak öne çıkarılmıştır? Bunun önemle düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Sadece şunu söylemekle yetinmek istiyorum: Rivayet nakletmekten (nukkâl), rivayetlerlesoru ve sorunları çözmeye çalışmaktan başka ilmî bir usulü olmayan bir şahıs, bu tarzı ile her türlü istismarcıya(!) (burada devlet erkine) -günümüz örneklerinde de görüldüğü gibi-fırsat sunabilir fakat bu ismin Mihne gibi bir dönemde sergilediği yiğitçe duruşunun etkisinin olduğu da açıktır.

    Her hususta olduğu gibi, bu esnada vuku bulan çatışmada da taraf olan devlet erki, iktidarı için birilerini desteklemiş, diğerlerini ise ötelemiştir veya birileri iktidarı desteklerken, diğerleri de muhalefeti kendi çıkarları için desteklemiştir. Emîn'in, kardeşi Me'mûn ile giriştiğiiktidar mücadelesinde Araplar ve Farslar arasında başlayan nüfuz mücadelesi, bir bakıma Abbâsî-Hâşimî ittifakının, Horasan-Şiî ittifakına karşı mücadelesine dönüşmüştür. Buna göre Emîn'in yanında yer alan ilk grup ile Me'mûn'un yanında yer alan ikinci grup, coğrafî açıdan Irak-Horasan mücadelesi olarak görülebilir. Irak'ın ağırlıklı nüfusu Araplar, Horasan'ın en önemli etnik unsuru Farslılar olduğu için Emîn-Me'mûn rekabeti neticede Arap-Acem çatışması olarak tezahür etmiştir. Bu çatışma, İslam düşünce/mezhepler tarihi bakımından ise Ehl-i Hadis ile Ehl-i Rey arasındaki çekişmeye tekabül etmektedir. Kardeşler arasındaki savaşta Ehl-i Hadis, Emîn'in yanında saf tutarken, Ehl-i Rey'i temsil eden Mutezile ise Me'mûn'u desteklemiştir. Bu çatışmayaaynı zamanda Sünni-Şii çekişmesi açısından da bakabiliriz ki, Iraklı Arap Sünnilerin karşısında Horasanlı Şiiler bulunmaktadır. Me'mûn halife olunca, iktidarda Horasan'ın/Farisiliğin/Şiiliğin etkinliği ve gücü Iraklılar/Araplar/Sünnîler aleyhine artmıştır.

    Bu durum, diğer açıdan Sasanî-Arap medeniyetlerinin çatışması olarak da değerlendirilebilir. Bunun, kendini bu dönemde Şiilik,daha sonraki dönemlerde de tasavvuf olarak öne çıkardığını söylemek de mümkündür. Nitekim bu mücadelelerden sonra i'tizâlî görüşlerin yaygınlık kazanması ve “militan ilericilik” olarak baskıya dönüşmesi, toplumda yaygınlaşan Şiilik ve gnostik düşüncelere karşı, “akılcılığın desteklenmesi” olarak görülmektedir, ki buna katılmamak mümkün değildir. Daha sonra Mütevekkil'le (ö. 247/861)birlikte, bunun tam tersine bir politikanın izlenip akılcı düşüncenin bastırılarak i'tizâlî görüşlerin yasaklanması ve Ehl-i Hadisin desteklenmesi, aslında bir iktidar oyunu olarak toplumda dengelerin muhafaza edilip aşırılıkların kontrol altında tutulması olarak da görülebilir. Hatta bu süreçte, Mutezileye tepki olarak desteklenen Ehl-i Hadisin tavırlarının, “militan muhafazakârlık” olarak nitelendirilmesinin, sosyal, siyasal ve tarihi realiteyigayet iyi yansıttığını söylemek de mümkündür. Bu durumun siyaset felsefesi açısından anlamı, kanaatimce, günümüzde olduğu gibi, radikal gruplar yaratarak veya var olanları kullanarak, iktidarın sürekli kendini ve gözetip kurtarıcı/himaye edici gücünü, geniş kitleler için aranır hale getirmesi veya kendine muhtaçkıldırmasıdır.

    Sünni-Şii ilişkileri açısından önem arz eden Büveyhilerin(320-454/932-1062) Abbasilerle ilişkileri incelenirken şu hususlara da dikkat etmek gerektiğini düşünmekteyim; Öncelikle zaten Şiî Fâtımî hilafetine bağlı ve onların adına hutbe okutan bu devletin, isteyerek ve bilerek Sünni Abbasilerine tâbî olması beklenemez, hele Ortaçağ geleneğinde. Bu ancak ve ancak zaruretten ve imkânsızlıktan dolayı mümkün olabilir. Rivayetlerden anlaşılan odur ki, ya şartlar olgunlaşmamış ya da böyle bir davranışın kendilerinin lehine sonuçlanacağından emin olamamışlardır.Nitekim Büveyhiler yeterince güçlendikleri ve ortam hazır hale geldiği zaman Abbasi Hilafetini ortadan kaldırmaya teşebbüs etmişlerdir fakat halifenin Selçuklulardan aldığı destekten dolayıkendileri ortadan kaldırılmışlardır.

    İslam Dünyasının Sünniliği

    Avam açısından hiç bilinmese veya çok fark edilmese bile, hocalarımızın da çoğu kez dikkatlerinden kaçan veya görmezden geldikleri diğer bir husus da, bugün İslam dünyasında Sünnilik hâkimse, bunun Selçuklular sayesinde olduğudur. Mesela Abbasi Halifesi yerine, Büveyhi Hükümdarı Tuğrul Bey'den yardım isteyerek, “Gel birlikte Abbasilere son verelim, onları ortadan kaldıralım” deseydi ve bu hususta antlaşma yapsaydı, belki Selçuklular ve dolayısıyla onlar vesilesiyle tüm İslam dünyası Şii olacaktı. Tabii ki olmuş bitmiş tarih için bu tür soruların sorulmasını doğru bulmuyorumancak var olanı daha iyi anlamak ve olayların kurgusunu daha doğru yapmak için yöntem olarak başvurmakta sakınca görmediğim bu usul, bize bazı hususları daha rahat anlama imkânı sunmaktadır. Yani “İnsan, tarihin ürünüdür veya insan coğrafyanın ürünüdür” sözü tamda bu bağlamda test edilebilir durumdadır. Selçukluların Sünniliği, onlara bağlı olan bütün toprakların akabinde Osmanlıların da bizim de Sünniliğimizin temel sebebidir. Bunun, gerek Gazneli gerekse de Karahanlı Devletlerinin mirasçısı olmaları itibariyle, Selçuklular açısından daha doğru olduğuna şüphe yoktur.Yoksa Sünnilik mutlak anlamda “Allah'ın muradıdır” veya “Sünnilik İslam'la eş ve aynı şeydir” demek mümkün değildir veya Şii olsaydık, aynı şeyi Şiilik “Allah'ın muradıdır” veya “Şiilik İslam'la eş ve aynı şeydir” diyecektik -ki nitekim Şiiler zaten söylüyorlar- ki bunların doğru olmadığını da söylemek durumundayız.
    Yine bu dönemde gerek Fatımilerin gerekse Büveyhilerin varlığı, devletler seviyesinde de Sünni-Şii çekişmesinin bazı örneklerini maalesef barındırmaktadır. Mesela bu döneme kadar, bu dönemde ve sonrasında, Müslüman dünyada, Sünnilerin hâkim olduğu topraklarda Şii, Mutezili, Rafızi vs. gibi dini gruplar (Hariciler gibi teröristlik yapanları hariç); Şiilerin hâkim olduğu topraklarda da Sünni gruplar ve diğerleri, zulüm, baskı ve taciz görmüşlerdir. Hâlbuki bu topraklarda tarih boyunca en rahat yaşayan gruplar, Ehl-i Kitap mensupları olmuştur. Bunlar statülerinden (zımmî) dolayı, ne savaşıp ölürler ne de yerlerinden göçe zorlanmak suretiyle ticaret ve iş-güçlerinden alıkonulabilirdi. Müslüman gruplar birbirleriyle uğraşırken, yerine göre bunlardan da destek isteyip yardım almak suretiyle, onların güç ve statülerinin artmasına katkıda bulunurlardı.Birbirlerine neredeyse yaşama hakkı tanımazken, Yahudi ve Hıristiyanları ise, en üst düzey devlet görevlerinde bile istihdam ettirirlerdi. Bu durum bilhassa Yahudilerin her zaman zengin ve elit kalmalarını, İslam topraklarında aranır olmalarını, dolayısıyla alternatiflerinin bulunmamasını sağlamıştır. Nitekim bu durum, bugün de tüm İslam ülkelerinde ve dünyada aynı şekilde hatta daha zenginleşmiş biçimde devam etmektedir.

    Türkiye'deki İslamcıların Selefîliği

    Nitekim benzer bir yanılgı, İhvan'ın görüşlerinin Türkiye'ye aktarılmasında da yaşanmaktadır. Anladığım kadarıyla İhvan'ın anti-sömürgeci ve işgalci emperyalistlere karşı tavrını “İslamcılık” adına aynen Türkiye'ye taşıyanlar, onların kâfire/gâvura karşı verdiği mücadeleyi, kendi devletlerine karşı vermek yanlışlığına düştüler ve maalesef Cumhuriyetle gelen devleti, din karşıtı görerek, tabiri caizse bir bakıma kendi kendilerine karşı mücadeleyegiriştiler. Benzer durum, “dârü'l-harb” söylemiyle öne çıkan Türkiye'deki İslamcı grupların,kâfirler/düşmanlar yerine kendi devletlerine karşı savaş açmalarında veya kendi devletlerini düşman ilan etmelerinde de görülmektedir.Bunlar Türkiye'de Cuma namazı kılınmayacağını, Diyanet'e uymanın dinden çıkmakla eş değerde olduğunu, Türkiye'nin camilerinde namaz kılınamayacağını, imamlarına uyulmaması gerektiğini, seçimlerde oy kullanmanın küfrü kabul anlamına geleceğini, İstiklal Marşı çalındığında saygı duymanın şirk olduğunu vs.yi yıllarca savunarak toplumu ayrıştırmışlardır. Ayrıca bunlar “din adına” ve “Cumhuriyet karşıtlığı” ya da “demokrasi karşıtlığı” üzerinden yürüyerek kendilerini beslemişlerdir. Bugün onların kimliklerinin açık ve niyetlerinin daha belli olmasıyla beraber, aynı söylemlerin günümüzde de “Selefi” gruplar, Vehhabîler ve IŞID vb. hareketlere giren ve bu gruplara sempati duyanlar tarafından da seslendirildiğini görmekteyiz.

    Yine bu bağlamda vurgulanması gerektiğine inandığım husus, İbn Teymiyye ve talebelerinin, Selefiler ve İslamcılarla özdeşleştirilmesinin kasıtlı ya da bilinçli bir meşrulaştırma hareketi olmasıdır. Bu yüzden bilhassa İbn Teymiyye'nin, Selefi sayılmasının--onunla ilgili yazılanların okunmasından çıkardıklarıma göre- doğru olmayacağı kanaatindeyim. Yani Ehl-i Hadis'in tavır ve anlayışıyla örtüşen Selefilerle, İbn Teymiyye'nin Ehli Rey'i çağrıştıran tavır ve anlayışının bir arada görülmesi mümkün değildir. Buna göre İbn Teymiyye'ye yapılan Selefî yakıştırmasından vaz geçilmelidir ki, çağdaş Selefiler kendine bir dayanak bulamasın.

    Sonuç

    “Selef” ve “Selef kavramlarının, tarihi ve temiz bir kavram olduklarını kabul etmekle beraber, onların bugün kirletildiğini ve istismar edildiğini düşünmekteyim. Her ne kadar bugün bazı gruplar kendilerini böyle adlandırıyorsa da, onları “Selef değil, “Selefî Tavırlı” veya “Selefilik” değil, “Selefî Tavırlılık” olarak adlandırmanın, en azından yukarıda tarifleri yapılan adlandırmalara gönderme yapmak anlamına geleceği kanaatindeyim.

    “Din” olanla “dinî olan” arasındaki ayrım, “din adına” olanla “din için olan” arasındaki ayrım gibidir ki bu, herkes tarafından vurgulanmak durumundadır. Tarihin hiçbir döneminde “din”, indiği dönemdeki saflığıyla yaşanmamıştır, yaşanamaz da. Bu durum İslamiyet için olduğu kadar diğer dinler için de doğru kabul edilmelidir. Din, toplumlara yayılırken onları dönüştürür tabi kendisi de dönüşür. Ancak bu onun aslî mesajına mani olacak duruma gelmemelidir, gelirse bunun adı, “dinî yabancılaşma” ve “mesajdan kopma olur. Mesajın önümüzde olması ve onunla sürekli ilişki içinde olmamız bizi yanlışa düşmekten koruyabilir. Ancak buradaki durum, Kur'an'a yönelişlerin ilk baştan itibaren devam ediyor olması, yönelenlerin ve ondan bilgiler elde edenlerin “isabetli” veya “isabetsiz” oldukları anlamına da gelmemelidir. Burada yapılan beşeri bir yöneliştir, beşeri bir çıkarımdır. Ancak ve ancak Peygamberlerin yönelişinin nebevî ve beşer ötesi olduğuna inandığımıza göre, onların dışındaki hiç kimsenin dinî anlama çabalarının “din” olmadığını ve ancak “yorum” olduğunu akıllardan çıkarmamak durumundayız.

    Tarih okuma biçimlerimizin, olaylar kadar dinî yorum ve algılarımızı belirleyip tayin ettiğini de göz ardı etmemek durumundayız. Tarihi ayrıştırırken, düşünce dünyamızı da dağıttığımızı ve parçaladığımızı kabul etmek durumundayız. Bu yüzden İslami ilimlerin -güya daha iyi ve doğru anlamak için- taksim edilmesinin aslında anlama geriliğine neden olduğunuda ayrıca vurgulamak isterim.