EHL-İ SÜNNET ALGISI VE SÜNNİLİK/EHL-İ HADİS - M. Hanefi PALABIYIK | Milli Vicdanın İlimle Hicreti
  • YAZARLAR
  • Emrullah ÖNALAN
  • Mehmet Zeki İŞCAN
  • Cevat GERNİ
  • Hasan SAĞINDIK
  • Seyfullah TÜRKSOY
  • Menderes ALPKUTLU
  • Lütfü ŞEHSUVAROĞLU
  • Turan GÜVEN
  • M. Hanefi PALABIYIK
  • Kemal Polat
  • İrfan SÖNMEZ
  • Mustafa AKIN
  • Hacı GÜRHAN
  • Hafize ŞAHİNER
  • Fatma Sönmez
  • Ahmet ÜNAL
  • İrfan SEVİNÇ
  • Şahabettin YILDIZ
  • Oğuzhan ÖLMEZ
  • Ahmet Coşkun DÜNDAR
  • Muharrem BİTİREN
  • Mehmet SAĞLAM
  • Mete ÖZDİKİCİ
  • Ahmet ÖZTÜRK
  • Ufuk ÜNAL
  • B.BARIŞ KERİMOĞLU
  • M.Çağdaş ÇAYIR
  • Ahmet İZZETGİL
  • ERHAN HAŞLAK
  • Veysel AŞKIN
  • Suat UNGAN
  • Hayrullah DEMİR
  • Cemil İLBAŞ
  • Tahsin BULUT
  • Coskun KÖKEL
  • Bülent KARAKELLE
  • Senar BAŞAK
  • Küşat TAŞKIN
  • Orhan ARSLAN
  • Hakkı DURU
  • Hüseyin AKDOĞAN
  • Osman Kenan AKSOY
  • Hayrettin NEŞELİ
  • Kerim Alperen İBİŞ
  • R.Alparslan TOMBUL
  • Mehmet DOĞAN
  • Ali ARASOĞLU
  • Manaf BAGİRZADE
  • Zülfikar ÖZKAN
  • Veysi ERKEN
  • Abdulnasir KIMIŞOĞLU
  • Ömer YÜCE
  • Cengiz Yavilioğlu
  • Kemal YAVUZ
  • M.Lütfü YILDIZ
  • Orhan İBİŞOĞLU
  • Mehmet OKKALI
  • İsmet TAŞ
  • İsmail GÜVENÇ
  • M.Alperen ÇÜÇEN
  • Orhan KAVUNCU
  • Mustafa Toygar
  • Mete GÜNDOĞAN
  • Sadi SOMUNCUOĞLU
  • Ertugrul ASİLTÜRK
  • Yunus EKŞİ
  • Muhammet Esat KESKİN
  • Yücel OĞURLU
  • Aynur URALER
  • Hasan Gökhan Kotan
  • Mehmet Akif OKUR
  • Bozkurt Yaşar ÖZTÜRK
  • Mahmut Celal ÖZMEN
  • Fazlı POLAT
  • Mustafa İLBAŞ
  • Serkan AKIN
  • Musa IŞIN
  • Gündüz GÜNEŞ
  • Enver Alper GÜVEL
  • Necdet TOPCU
  • Onur ERSANÇMIŞ
  • Mehmet Bozdemir
  • Fahri Akmansoy
  • M. İkbal Bakırcı
  • M.Talât UZUNYAYLALI
  • Rubil GÖKDEMİR
  • Zeki ŞAHİN
  • Özkan ÖZKAYA
  • Dr. Muhsin YILMAZÇOBAN
  • İparhan UYGUR
  • Sami ŞENER
  • Hakkı ÖZNUR
  • Mehmet MUTLUOĞLU
  • Nurettin KALDIRIMCI
  • Ali Rıza MALKOÇ
  • Namık Kemal ZEYBEK
  • Atilla BİTİGEN
  • Mahmut Zeki ÇABUK
  • Emre KESKİN
  • Şener MENGENE
  • Selami BERK
  • Mehmet MUTLUOĞLU
  • Abdullah NEHİR
  • Gafur OTURAK
  • Recai ÇELİK
  • Ahmet Berhan YILMAZ
  • Nazmi ÖLMEZYİĞİT
  • Necdet BAYRAKTAROĞLU
  • Tarık Sezai KARATEPE
  • nikaO
  • Mustafa Duman
  • Ramazan ASLANBABA
  • Feyzullah BUDAK
  • Mahmut Esfa EMEK
  • Orhan SÖYLEMEZ
  • Asiye TÜRKAN
  • MİLLİ VİCDAN
  • KONUK MAKALELERİ
    EHL-İ SÜNNET ALGISI VE SÜNNİLİK/EHL-İ HADİS
    Yazar: M. Hanefi PALABIYIK
    Müslümanların kendilerine gelmesi ve anlam dünyalarını elden geçirmesi için, selefi olduğu iddiasındaki ne idüğü belli hareketlerin taciz ve tasallutuna uğramamız mı gerekecektir? İslam dünyasında Sünni-Şii çatışmasının katliama dönüşmesini görmemiz mi gerekecektir?
    millivicdan.org - Platform Üyemiz Prof. Dr. M. Hanefi PALABIYIK (Tez sunumundan)

    Dünya Görüşlerinin Oluşumu

    Tarih boyunca toplumların çok sayıda krizler yaşadığı ve bu krizlerin o toplumları ve hatta sahip oldukları medeniyetleri dönüştürdükleri bilinen bir gerçektir. Bu bağlamda İslam dünyasında yaşanan iki büyük krizden ve bunların da Haçlı Seferleri, Moğol İstilası olduğundan söz edilir. Buna üçüncü olarak bizim üzerimizde etkisini sürdüren Batılılaşma/Modernite Etkisini de eklemek yanlış olmayacaktır. Müslüman Türkler açısından yukarıdaki üçüne en birinciyi yani Türklerin İslamiyet'i kabul etmesini de eklemek durumundayız. Çünkü bunların ve bunlara ilave edilebilecek irili ufaklı çok sayıdaki bir kısım sosyal ve siyasal krizler sonucu olarak çeşitli kırılmalar yaşanmıştır. Ancak Türklerin İslamlaşması ve Tanzimat'la gelen Batılılaşma hareket ve eğilimleri, tam bir “epistemik kırılma” yaşanmasına yol açmıştır. İslamlaşmayla beraber yönümüz ve yerimiz “Şaman Medeniyeti”nden nasıl “İslam Medeniyeti”ne evrilmişse, Tanzimat'tan sonra ise, yerimiz İslam Medeniyeti olsa da yönümüz ve hatta dini tabirle söylemek gerekirse Kıblemiz kısmen Batı/Yahudi-Hristiyan Medeniyeti olmuştur.

    İslam dünyasının medenî ve askerî-siyasî üstünlüğü şimdiye kadar geçirdiği tüm kriz ve travmaları atlatmasına imkân tanımış ve tüm Müslümanlar -Hz. Allah'ın da yardımıyla- bu musibetlerden hafif yaralarla kurtularak kendini toparlamıştır. Sünnilik açısından bu belaların bir kısmı, her yönüyle Haricilik, her türlü kolları ile Şiilik ve Mutezile olarak dinî akımlar iken, diğer bir kısmı da çok sık ve her yerde cereyan eden iç siyasî çatışmalar, hanedanlar arası mücadeleler, kabile çatışmaları ve diğer dâhilî entrikalar olarak siyasî-sosyal olaylar biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bunların önemlileri arasında, Cemel, Sıffın, Kerbela Olayları, Büveyhi ve Fatımi devletlerinin faaliyetleri, Safeviler ve etkileri, Kuzey Afrika devletlerinin zuhuru ve Endülüs Halifeliğinin yok olması ile Timur İstilası sayılabilir. İçeriden gelen ve doğrudan birbirimizi hedef alan bu etkiler, yine kendi iç dinamiklerimiz ve reflekslerimizle savuşturulmuş, diğer yandan bu durum İslam Medeniyetinin bekasını tehdit eder bir vaziyete dönüşmemiştir. Bunlara dışardan gelenleri katacak olsak da durumun değişmediğini müşahede etmekteyiz.

    Fakat burada iki türlü problem vardır: Biri tarihî açıdan ve diğeri de İlahiyatçı olarak bizi ilgilendiren, dinî açıdan meselenin ele alınması. Tarihî ve siyasî açıdan İslam dünyasının bugünkü perişan hali, İslam medeniyetinin neredeyse sırtını yerden doğrultamaz vaziyette bulunması, herkesi yani tüm Müslümanları ilgilendiren genel bir problemimizdir. Ancak diğeri, genel anlamda herkesi ilgilendirse de, özel olarak ve daha çok İlahiyatçıları yani dinî alanda çalışan mütehassısları veya klasik tabirle din âlimlerini ilgilendirmektedir. Çünkü artık şu özdeyiş müsellemdir: “Dinlere en fazla zarar verenler, ancak dinlerin kendi müntesipleridir.” Dolayısıyla dini problemlere veya daha doğru bir deyişle dinin(!) yol açtığı problemlere, doğru teşhisi din âlimleri koymalıdır.

    “Dini problem, dinden dolayı zuhur eden problem ve bizzat dinin kendinden kaynaklanan problem vs.” olup olamayacağı da sorulabilir. Tarihte din savaşları, dinî şiddet, dinsel savaş (cihad), tekfir ve cennet va'diyle oluşan aldatmaların bizzat dinlerden neşet ettiği de söylenebilir. Hatta nerede din varsa, kardeşlik iddiasının aksine veya daha fazlasıyla “kavga ve kan” vardır. İnsanları birleştirdiği iddia edilen din, aslında bir o kadar da toplumları ayrıştırmaktadır. Bu durumda yukarıdaki soruları yeniden sorarken, bu problemlerin, “nasıl ve hangi dinden” kaynaklandığını da, “dinin insanlarda nasıl bir algıya sebep olduğu”nu da, problemin bizzat “dinlerin varlığı”ndan neşet edip etmediğini de irdelemek durumundayız.

    Tabii bu problemlere, dinlerin tarihinden çok sayıda cevap verildiğini ve verilebileceğini söylememiz mümkündür. Ancak bizler birer Müslüman ve İslam Âlimi sıfatıyla kendimizden başlayarak ve iğneyi de kendimize batırarak, hakikati aramak için cevap vermeliyiz.
    Bugün İslam dünyasında “din krizi” ve “din problemi” yaşandığını söylemek belki de problem olmayacaktır. Çünkü insanlara dünya ve ahiret saadetini kazandırma iddiasında olan yüce dinimiz, bir bütün olarak değilse de, kısmen insanların dünyasını çekilmez hale getiren veya hayatımızı kolaylaştırması gerekirken, Müslümanların bile sırtına yük ve kambur hale gelen bir yapı ve anlayışa dönüştürülmüştür. Bu durum, sahıs ve toplumların tarihselliğinden kopuk olarak ele alınınca, tabii olarak problemlerin faturası doğrudan “din”e kesilmektedir. Bizler İslami ilimlerle iştigal edenler olarak, İslam dünyasının sorunlarını, dinî anlayışlar açısından geldiği durumu gözler önüne sermezsek, kendimizle ve dinî iddialarımızla bütün çıplaklığıyla yüzleşmezsek, dünyada ve ahirette rezil olanlardan olacağımızı düşünerek, bizden önceki/klasik dönem âlimlerimizin yaptığı gibi dini anlama ve anlamlandırma/içtihat çabasına çok hızla girmek durumundayız. Bu durum küresel güçlerin de kontrolüne çoktan girmiş ve girmesi muhtemel olan dinî grupların tekel ve istismarından kurtulmak için de elzemdir.

    Müslümanların kendilerine gelmesi ve anlam dünyalarını elden geçirmesi için, selefi olduğu iddiasındaki ne idüğü belli hareketlerin taciz ve tasallutuna uğramamız mı gerekecektir? İslam dünyasında Sünni-Şii çatışmasının katliama dönüşmesini görmemiz mi gerekecektir? Tarihten gelenleri doğru kabul ederek elden geçirmeden sarılan bizler, kendi dinî anlayışımızı ıslah etmeden, İslam dünyasının Şiiliğini veya Selefiliğini sorgulama hakkını kendimize tanıma yüzsüzlüğünü nasıl gösterebiliriz? Kendiyle yüzleşme yani tevbe ile nefsini ıslah çabasına girmeyenlerin, başkalarını ıslah iddiası ne kadar tutarlı olacaktır? Şunu da göz ardı etmemek gerektiği kanaatindeyim. Bilhassa İran İslam(!) Devriminin ülkemizde canlandırdığı düşünülen İslamî hareket ve anlayışların da ne kadar İslamî olduğu veya doğru İslam'ı yansıttığı, bu harekete destek veren gruplar üzerinden, gelişen anlayış ve yorumların ne derece sağlıklı olduğu da gözden geçirilmelidir.

    Genel kanaatim şudur: Osmanlı/Türk/İslam Modernleşmesi olarak kabul edilen, Müslüman dünyanın kendiyle fikrî/ideolojik anlamda yüzleşmeye başlamasının, genel olarak M. Abduh'la (1849-1905) yani XIX. yüzyılın sonlarına doğru olduğu kabul edilmektedir. Bana, süreç olarak tabii gelen bu tarih, 1700'lerden itibaren başlayan Osmanlı dağılma sürecinin belki son, ancak bizi ilgilendiren sürecin ilk aşamasıdır. Yani zuhur eden durumun idraki ve buna karşı koymaların sürecinin, yüzyıldan fazla bir süreye dağılması çok tabiidir.

    Meselenin siyasî yanı ağırlıklı olsa da, ben, ilahiyatçıların teorik olarak İslam düşüncesini irdelemelerini ve bu süreci takip etmelerini daha doğru bulmaktayım. Hiçbir şeyin maalesef siyaset ve iktidardan müstağni kalmadan gerçekleşemediğini kabul etsem de, bilim insanları olarak bizlerin, düşünce ve teori plandaki problemlerle ilgilenmemizin daha doğru olduğu kanaatindeyim. Çünkü sonuçta siyasetçinin de, doktorun da, mühendisin de sokaktaki halkın da dini, ulemanın dini olup, “ulemadan alınan din” eksenli bir anlayış olduğu da bir gerçektir.
    Türkiye'deki din/İslam düşmanlığı, bir takım odaklar ve hizmetçileri tarafından “cumhuriyet ve laiklik adına” yürütülürken; karşıt bir takım dinî/dinci grupların da Türkiye ve Türk düşmanlığını, aynı şekilde “cumhuriyet ve laiklik üzerinden” yürüttükleri de göz ardı edilmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu dönem, dünya üzerinde İmparatorlukların yıkılmaya ve milli devletlerin de kurumaya başladığı bir zaman dilimidir. Türkiye de, Osmanlı İmparatorluğundan kopan önce Balkanlar, sonra kuzey Afrika ve daha sonra da Kafkaslardan Yemen'e İslam coğrafyasında yer alan toprakların hepsinin elde çıkmasından sonra, elde kalan topraklarda Osmanlının sahipleri tarafından Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Ne yapacaklardı yani, toprakları elden çıkıyor diye, Anadolu'da bir devlet kurmaktan vaz mı geçeceklerdi? Osmanlıyı yeniden diriltmeyi zaten başaramamışlar ve mevcut kadroyu da harekete geçirerek yeni bir devlet kurmuşlardır. Devletin yapılanma ve oluşmasında birtakım hatalar ve yanlışlar yapılmış olması tabii ki muhtemeldir. Ancak bu durum, ne adına olursa olsun, devlete düşmanlığa ve devleti yıkmaya yönelik olmamalıdır. Buna rağmen Türkiye'de din düşmanlığına dönüştürülen laiklik ile ırkçılığa vardırılan milliyetçilik ve milli devlet olgusu, bence kasıtlı olarak ve ısrarla her iki grup arasında bu konular üzerinden gerilim ve radikallik oluşturulmuş, her iki grup yani laikçiler ve dinciler tarafından Türkiye'nin ve Müslümanların pazarlanması sağlanmıştır. Ülkemizde öne çıkarılması muhtemel klasik ve çağdaş bilim adamları ve mütefekkirler varken, neden Mevdudi, Seyyid Kutub, İhvan vs.'nin öne çıkarıldığını, sosyal ve siyasal şartları hiç de bize benzemeyen bu şahısların fikirlerinin ve eserlerinin ısrarla neden sürekli gündemde tutulduğunu da kendimize sormamız gerektiğine inanmaktayım.

    Laiklik ve Bir Arada Yaşama Kültürü

    Günümüzde seslendirilen problemlerden biri de, DİB'nın veya daha başkalarının problemlerin çözümünde yetkilendirilmesi veya otorite kılınmasıdır. Geçmişte bu Şeyhülislamlık kurumuyla yapılmaktaydı. Ancak o da padişahın yetki ve otoritesi altında olup, hükümet üyesi bile değildi. Şu anda da DİB'nın konumu da aynıdır. Görev ve yetkisi belli bu kurumların Müslümanlar üzerinde otorite olması, “resmi ideolojinin/mezhebin” dinleştirilmesi veya din olarak dayatılması olacaktır. Halbuki son yıllarda Müslümanlar tarafından da daha iyi anlaşılmaya ve içselleştirilerek kabul görmeye başlayan demokrasi ve laiklik olgusu içerisinde, böyle bir otoritenin bulunup bulunmamasının veya pozisyonunun mahiyeti üzerine konuşulması gerektiğini düşünmekteyim. Çünkü artık iyice fark edilmiştir ki, dinin devletin/otoritenin tekeline girmesinden ve baskısından kurtarılması için laiklik gereklidir. Laikliğe devletin değil, dinin ihtiyacı daha çoktur. Çünkü devlet dine hükmetmek için laiklik kurumuna karşı çıkar veya Türkiye'de yıllarca olduğu gibi, dönmelerin elinde İslam karşıtlığına dönüşür.

    Öyleyse burada yapılması gereken, “din için bir yetkili” tayini değil, her hususta bir arada yaşama kültürünün alabildiğine yaygınlaştırılıp benimsetilmesidir. Bu bağlamda “Hoşgörü” kavramının yine “bir tarafın diğer tarafı küçük gördüğü için, ciddiye almadığı için hoş gördüğü” anlayışından beslendiği yani “diğer tarafı yine ötelediği veya ötekileştirdiği için hoş gördüğünü” anlamına geldiğini düşünmekteyim. Bu yüzden bu kavramın kullanışlmasına karşı çıkarken, aslında asırlardır İslam ve Türk toplumlarında kısmen de olsa yapılan “birlikte yaşama” veya “bir arada yaşama” kültürünün yaygınlaştırılmasını savunmaktayım.

    Sünnî Kimlik

    İşte bu sürecin sonu ve biraz da kabul etmelidir ki, İmparatorlukların bitmesi ve Osmanlı Devleti ve Hilafeti'nin yokluğu, Sünni kimliğin krizinin sebeplerinden biridir. Ben bu kimliği tanımlamak veya ortaya koymak için çok gerilere gidilmesini doğru bulmuyorum. Sonuçta, günümüzden geriye doğru giderek düşünce tarihimizin sökümünü gerçekleştirsek de, anımızdan kopamayacağımıza göre, son asırların bilhassa son iki üç asrın analizinin yapılmasını daha anlamlı bulmaktayım. Mesela birçok kelam hocamızın, “Maturidiliğe dönelim, yeniden onu gündemimize sokalım” demeleri, fiilen ve açıkça “Maturidi” olmadığımız anlamına gelmektedir. “Ehl-i Hadis geleneğinden vazgeçelim” demeleri de, fiilen ve açıkça “Ehl-i Rey” olmadığımız anlamına gelmektedir. Bunun bu kadar açık olduğunu Ehli Hadis-Mutasavvıf medreseli gelenekten gelen akademisyenler/hocalar ve anlayışların çokluğundan ve yaygınlaştırılmaya çalışılmasından da anlayabiliriz.

    Sünni kimliğin anlaşılmasının metinler üzerinden olduğu konusunda ısrarcı olduğumu vurgulamak durumundayım. Çünkü Sünnilik, tarihin belli döneminde oluşmaya başlamış ve yine belli bir dönemde zirveye ulaşmış yani tam teşekkülünü tamamlamıştır. Bu süreç ve onu oluşturan alt görüşler/mezhepler, imamları ve tâbîleri açısından, tamamen eserleri üzerinden incelenebilmektedir. Günümüzde bazı konularda farklı görüşler ortaya konsa da, genel paradigma mezheplerin ihdasından bugüne neredeyse değişmemiştir.

    Fakat Sünni metinlerde yer alan görüşlerin tam zıddını veya genel kabul gören görüşler dışında diğer mezheplerin kanaatini benimseyen Sünni alimler de her dönemde bulunmuştur. Bu durum, bazılarınca sapma, bazılarınca da çoğulculuk ve mezheplerin kendi içerisindeki fikir zenginliği/hoşgörüsü olarak kabul edilmiştir. Bu durum aynı zamanda mezheplerin her durumda tutarlı kabul edilmediklerine de delildir. Yani pratiğin teoriyle uyuşmaması, bazı dönem ve bölgelerde istenilen uygulamanın diğer mezhep görüşleri üzerinden yürütülmesi bunun delili olabilmektedir. Bu durum fıkhî mezhepler için daha çok olmaktaysa da itikadî mezhepler için de çok sayıda örnekler bulmak mümkündür.

    Bir bütün olarak Ehl-i Sünnetin İslami İlimler hususunda tek bir yöntem benimsememiş olması en büyük ve en önemli tutarsızlık veya uyuşmazlık olarak kabul edilebilir. Mesela fıkhî mezheplerin ayetlerden istinbât metotları ile hadisleri kabuldeki farklı yaklaşımları, sonucu da etkileyen en önemli unsur olmuştur. Veya başlangıçta hadislerin daha yazıya ilk geçirildikleri süreçte, tâbiîn alimlerinin, “hadislerin zaptı ve nakli hususunda, ahkâm konusunda gösterilen titizliğin diğer konularda gösterilmemiş olması”nı ifade etmeleri, ilk baştan itibaren hadisleri problemli kılmıştır. Çünkü din, sadece ahkam/hukuk üzerine bina edilemez ve edilmemiştir de. Bunun nihai anlamı şudur: İslam Medeniyeti, zayıf ve uydurma rivayetler üzerine oturmuştur. Çünkü ahkâm hususundaki rivayetlerin sayısını, ahkâmla ilgili olduğu kabul edilen Kur'an ayetlerinin sayısıyla orantılamak ve böylece yaklaşık bir sayı elde etmek mümkündür. Mesela genel kabule göre, ahkâm ayetlerinin sayısı ortalama en fazla 500 (en az 180) adet olarak kabul edilirse, bunun 6000 küsur ayet içindeki oranı (yaklaşık yüzde 8), hadislerin oranı hakkında da bilgi vermektedir. Bunun en güçlü delili de, bu medeniyetin her alanına tesir etmiş olan tasavvufun dayandığı hadislerin büyük oranının zayıf ve uydurma rivayetlerden ibaret olmasıdır. (Bkz. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, TDV. Yay., 2. baskı, Ankara 2009; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis-Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivayetler, Yediveren Yay., Konya 2001) Bunu tüm diğer alanlara da teşmil etmek mümkündür.
    Bu durum bize, aslında teorik olarak hadislerin tahammülünde gösterilen ve icra edildiği iddia edilen titizliğin, pratikte pek de uygulanamadığını göstermektedir. Bu iddia zaten ütopiktir de. Ancak bu ütopyayı desteklemek için üretilen sosyo-kültürel efsane ve menkıbeler, bu pratiği görmeyi engellemiştir. Buna ayrıca Muhammed Gazali'nin şu sözünü de eklemelidir: “Gerçekten İslam ümmeti, tarih boyunca hadis ve sünneti yanlış anlamak ve yorumlamaktan kaynaklanan zararı, uydurulan binlerce hadisten çekmemiştir.” (Muhammed Gazali, Fıkhu's-Sîre, Dâru'l-Kalem, Dımeşk 2006, s. 38. Ayrıca bkz. Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, Otto Yay., 5. baskı, Ankara 2014, s. 29) Buna göre problemin sebebinin, yukarıda da söylediğim gibi, baştan beri metodoloji problemi olduğu anlaşılmaktadır.

    Ben “mezhebî kimlik” denince, bu kimliğin oluşturulması için kullanılan araçların da göz ardı edilmemesi gerektiğine dikkat çekmek istiyorum. Baştan beri her bölge, orayı hakimiyeti altında tutan iktidarın mezhebine yönelik propaganda altında olmuştur. İran toprakları Şiilik, Anadolu, Hindistan ve Asya toprakları Sünnilik vs. propagandasına maruz kalmıştır. Tarih boyunca İslam devletlerinin resmi mezhebi genel olarak ya Sünnilik veya Şiilik olmuştur. Ancak nedense bizim İslamcılarımızın çoğu, Cumhuriyetin resmi ideolojisini sorgulama tutarlılığını gösterirken, aynı tutumu tarihe de uygulamakta gevşek kalmış ve tutarsız olmuşlardır. Çünkü bana göre, Ortaçağ devletlerinde resmi mezhep, günümüz devletlerinde resmi/devlet ideolojisi ile bir ve aynı şeydir. Ortaçağda dinler ve mezhepler tarihi, günümüzdeki resmî tarihle aynı şeydir. Nitekim Ortaçağ İslam devletlerindeki şeriatın/şerî hukukun, günümüzdeki hukuk devletine karşılık gelmesi gibi.
    Bu mezkûr propaganda, medreseler, medrese benzeri kuruluşlar ve tekkeler yoluyla yapılmaktadır. Hepsinin resmi söylemi Tasavvuf eksenli Ehl-i Hadis anlayışını içeren Sünniliktir. Yine bu propagandanın icracıları olan âlimler de, büyüğünden küçüğüne neredeyse tamamı doğrudan veya dolaylı sûfî ve kaderci/teslimiyetçi anlayışa sahip âlimlerdir. Diğer propaganda vasıtaları durumunda olan yayın organı olarak sözlü ve kısmen de yazılı gelenek içerisinde neler yer alıyorsa tamamı, yine aynı paralellikteki Sünni mezhep mensuplarıdır. Bize düşen, bu durumun ve onların ihtiyaçlarını gören paradigmanın doğru veya yanlışlığını konuşmaktan çok, bugünün ihtiyaçlarına ve problemlerine cevap verip veremediğidir.

    Tasavvuf Ne İşe Yarar?

    Bu sorunun cevabını yani neredeyse hiçbir işe yaramadığını, çevremizdeki sufilerden, dervişlerden ve dergâh müdavimlerinden çıkarmak mümkündür. Bunu geriye doğru götürdüğümüzde, anladığımıza göre son 300 yıldır dergâhlar aynı tür üretim yapmaktalar ve benzer durumdadırlar. Abdülhakim Arvasi'nin ifadesiyle, “zaten çoktan kapılarına kilit vurulmuştu.” Ancak klasik dönemlere baktığımızda, “bir padişahın yedi evliya gücünde kabul edilmesi”, aynı anda birçok dergâhtan icazetli ve ruhsatlı “şeyh” kabul edilmesi, dergâhların, siyasetle/padişahla olan ilişkisini nasıl kurduğunun göstergesidir.

    Aslında tarikat ve dergâhlardan beklenen, devletle her daim barışık olmasıdır. Ancak bu ifadenin doğrusu, devletin tarikat ve dergâhlarla barışık olmasıdır. Çünkü iktidar, bu kitle mensuplarını karşısına almak yerine her daim yanında ve arkasında tutmaktan yanadır ve böyle de yapmıştır. Bu yüzden sultanlar, her zaman dergâhları ziyaret etmiş, oradaki şeyhlere saygıda kusur etmemiş ve maddi yardımlarda bulunmuştur. Bu ziyaretler diğer yandan dergâhlar için bir meşruiyet ve dolayısıyla da güç kazanma ve tanınma aracı olmuştur. Bu durum bugün de aynen devam etmektedir. Dergâhların yasaklandığı, dönmelerin ülkemiz üzerindeki tasallutunun şiddetle devam ettiği zamanlarda bile, tarikat yapılanmalarının devam etmesi, buna ses çıkarılmaması da, yukarıda söylediklerimizin delilidir.

    Tasavvuf-din ilişkisi çerçevesinde kısaca kanaatim şudur: Tasavvuf Kur'an ve Sünnete ait özellikler ihtiva etse bile, hem yapılanması ve hem de temel iddiaları itibarıyla Budist-Hinduist bir karakter arz eder. Temel felsefesinin bütün temellendirmeleri zayıf ve uydurma hadisler üzerinedir ki en önemlileri şunlardır: Levlâke levlâk ”¦ rivayeti, küntü kenzen mahfiyyen ”¦ rivayeti, evvelü mâ hülika rivayeti vs. Tasavvufun dinin içinde değil de, din hakkında yapılan bir felsefe olarak kabul edilmesini daha doğru bulmaktayım.

    Ayrıca şunu da belirtmelidir ki, Ehl-i Sünnet'in kendini “Fırka-i Nâciye” olarak görmesi yanında, alt grupların da mesela tarikatların da kendini “Fırka-i Nâciye”nin aslı olarak kabul etmesi, ilave bir meşrulaştırma ve motivasyondur.

    Sonuç

    Son yıllarda ilahiyatçılar arasında gündeme gelen, sosyal bilimlerle ilahiyatı düşünmek ve ele almak, benim de son derece önemsediğim bir şeydir. Bu durum, tıkanıklığı açmak için kullanılabilecek yeni metodolojilerin üretilmesinde önemlidir. Çünkü ilahiyat bilimleri de, sosyal bilimlerin bir parçasıdır.

    Burada çözümün en önemli ayağı, eleştirel düşüncenin gerçekleştirilmesidir. Eleştirel düşünme, hem âlimlerle ve klasik bilgilerle yüzleşmek için önemli ve hem de karşınızdaki dünyayı bütün çıplak gerçekliğiyle tanışmak için. Klasik alimlerimizin çabalarını ve değerlerini çok önemsemekle birlikle, onların büyüklüğünün onlardan değil, kısmen bizim küçüklüğümüzden veya kendimizi küçük görmemizden kaynaklandığını da düşünmekteyim. Ayrıca entelektüel de olsa insanların, tarihe ve tarihî olana büyüklük ve kutsallık kattığını da hatırlatmak istiyorum.
    Devlet oruç tutmaz, namaz kılmaz, hacca gitmez, yani, devletin dini ve mezhebi olmaz. Öyleyse devlete düşen, dinlere ve din mensuplarına eşit mesafede olmak ve hürriyetlerin önünü açmaktır.

    İlahiyatçılar olarak bizlerin de dini, tarihin getirdiği her türlü problemleriyle birlikte ele aldığımızı tekrar vurgulamak istiyorum. Dolayısıyla neredeyse, klasik âlimlerimizin sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik problemlerle ilgili soru ve sorunlara verdikleri cevaplar, din imiş gibi, tarafımızdan tartışma konusu yapılmaktadır. Bu durumun aşılması ve yükümüzü azaltmamız için ilk dönem âlimleri gibi, doğrudan Kur'an ve Sünneti ele almamız gerektiğini düşünüyorum.
    Her halükarda, yeni paradigmaların oluşturulmasını doğru bulmaktayım.